15 Kasım 1959. Amerika’da, Kansas’ın küçük bir kasabasında varlıklı bir çiftçi ailesinin dört ferdi korkunç biçimde öldürülür. Ertesi gün olay gazetelerin üçüncü sayfasında yer alır. Eğer o küçücük haberlerden biri Çağdaş Amerikan Edebiyatı’nın en ünlü isimlerinden Truman Capote tarafından okunmamış olsaydı bir süre sonra unutulup gidecekken, bugün hala üzerine konuşuyoruz. Çünkü Capote bu olay üzerine Soğukkanlılıkla (In Cold Blood) isminde öyle müthiş bir roman yazar ki, roman zaten ünlü olan yazarı daha da ünlü ve zengin yaparken, Çağdaş Amerikan Edebiyatı’nın en önemli eserlerinden biri olarak yerini alır. Hollywood durur mu, kitaptan yola çıkarak bugüne kadar 3 film çekilir.
Soğukkanlılıkla’nın bu kadar üne kavuşması ve Capote’nin romanları içinde kült bir yere oturması boşuna değil. Neden mi?
Roman, gerçek bir olaydan yola çıkarak “kurgu dışı” ya da “belgesel roman” olarak tanımlanan ilk eser olarak edebiyat tarihine geçiyor. Sekiz yaşından beri yazan ve yazar olmayı düşleyen Capote, Soğukkanlılıkla’ya kadar olan yazarlık yolculuğunda zaten sıra dışı eserlere imza atmış bir isim. İlk öykülerinin Harper’s Bazaar’da yayımlanmasıyla henüz yirmilerinde tanınmaya başlıyor. Kırklı yılların başında The New Yorker dergisinde fotokopiciyken işten atılan Capote, yıllar içinde aynı dergiye makaleler yazan ve kitaplarının başarısı ile haber olan birine dönüşüyor. Üne kavuşurken Amerikan sosyetesinin gözde simalarından biri oluyor.
Capote, katledilen Clutter ailesinin haberini okuduğunda bir yazar sezgisi ile bu olay üzerine iyi bir suç ve suç psikolojisi makalesi yazabileceğini düşünerek olayın yaşandığı Holcomb kasabasına yola çıkar. Bu yolculukta kendisine yakın arkadaşı Lee Harper eşlik edecektir. Kasabaya varıp olay üzerine kısa bir araştırma yapan Capote, makale değil roman yazmaya karar verir. O güne kadar yazılmamış türde bir roman yazacaktır; kurgusal olmayan (non-fiction), belgesel bir roman yazacağını söyler yayıncısına ve yakın çevresine. Bu fikri kim duysa şaşkınlıkla ve inanmazlıkla bakar Capote’ye, çünkü o güne kadar – gerçek olaylardan esinlenilerek yazılan eserler olsa da, kurgu olmayan tamamen gerçek olayları anlatan – böyle bir roman yazılmamıştır.
Alışıldık suç yazını eserlerinin aksine Soğukkanlılıkla’da okur ilk satırları okumaya başladığında zaten romanda geçen olayın ne olduğunu, katilleri ve sonucu bilir. Tüm bunları bile bile kendini heyecanla okutan bir roman yazmayı başarmıştır Capote. Kitap boyunca suç ve suçlu psikolojisini masaya yatırıp didik didik eder. Bunu da öyle ustalıkla yapar ki, sanki Capote eline bir kamera almıştır, bizler de okur olarak o kamera nereye yönelirse Capote’nin peşinden olayın farklı açılardan nasıl göründüğünü analiz ederiz, diğer yandan edebi tadı yoğun bir anlatımın içinde buluruz kendimizi. Üçüncü tekil anlatıcının ağzından kaleme alınan romanın dili sade ve yalın. Günlük konuşmaların, yaşananların olduğu gibi aktarıldığı hissini veren dil hiçbir şekilde edebi çıtasını aşağı indirmiyor.
Tam bu noktada kitabın çevirmeni Ayşe Ece’ye okur olarak büyük bir teşekkürü borç bilirim.
Cinayetleri işleyenler, hapishanede tanışan, şartlı tahliye olduktan sonra büyük bir vurgun yapmak amacıyla Clutter ailesinin evine giden iki eski mahkumdur: Perry Edward Smith ve Richard Eugene Hickock (Dick). İlk başta cinayetlerin nedeni para gibi görünse de eve girdikleri ilk saatte evde sadece 40-50 dolardan başka para olmadığını anlarlar. Yani aileyi öldürmeleri için hiçbir neden yoktur. Üstelik aile fertleri ile çok iyi bir iletişim de kurarlar. Yani biz 420 sayfa boyunca nedensiz bir katliamın neden yapıldığını okuruz…
Roman, olayın olduğu gün başlar, dediğim gibi Capote eline sanki kamerasını almıştır, önce Clutter ailesini, kasabayı tanıtır bize. Sonra katilleri. Roman ilerledikçe, cinayetlerle ilgili herkesi tanımaya başlarız. Bir yönüyle bir dedektif gibi ilerleriz, ama bir farkla: amacımız suçu ispat etmek ve suçlunun cezalandırılmasını sağlamak değildir, suç nedir ve bir suçlunun psikolojisi nasıldır, roman bu amaç çerçevesinde şekillenir. Romanın kurgusu çok zekice ve incelikli biçimde yapılmış. Olaya dair genel tüm bilgiye sahip olmamıza rağmen Capote tüm detayları, okuru getirmeyi hedeflediği nokta için, titizlikle kurgulamış. Örneğin, Perry ve Dick’e yönelik okurunun önyargılarını, kalıplaşmış düşüncelerini yerle bir etmeyi başardıktan sonra cinayetlerin nasıl işlendiği ile ilgili sarsıcı ayrıntıları açığa kavuşturuyor, sarsılan okuru o noktadan tekrar başka bir yere doğru sürüklüyor.
Gazetede bu olaya benzer bir haber okusak, en aklıselim olanımız bile bir parça öfke ve vicdan yaralanması ile katillerin bir an önce gerekli cezayı çekmesini dileriz, aynı zamanda böyle insanlarla hayatımız boyunca asla karşılaşmamayı… Kitabın ilk sayfalarını da bu duyguyla okuyoruz zaten. Capote, Perry ve Dick’in çocukluklarını, ailelerini, arkadaş çevrelerini, okul yaşamlarını, cezaevi geçmişlerini, özetle onlara dair ne varsa masanın üzerine seriyor. Kitabın sonuna geldiğinizde gözünüzün içine bakıp soruyor: Hadi şimdi söyle suç burada nerede? Suçlu kim? Kime neyin cezasını nasıl verelim? İdam? Ömür boyu hapis?
Kitabı bitirdiğimde benim için etkileyici, daha çok da sarsıcı olan Capote’nin beni getirdiği o nokta idi: bir yanım cinayetlerin faillerinin en ağır ceza ile cezalandırılmalarını isterken, diğer yanım soru işaretleri ile doluydu, çelişkiler içinde bir sonuçsuzlukla baş başa kalmanın ağırlığını hissediyordum. İdam edilmeleri ya da ömür boyu mahkûm olmaları adaleti sağlayacak mıydı gerçekten? Suç ve ceza kavramlarının muğlak sınırları Dostoyevski’nin Raskolnikov’unu, Perry ve Dick olarak karşımıza çıkarıyordu bu sefer.
Kitap boyunca aklımda yer birçok hikâye oldu. Perry ve Dick arasındaki konuşmalarda korkunç gerçeklerle karşılaştım. Perry sanata yatkın, kendini eğitmeye çalışan, edebiyat sever, müziğe ve resme yetenekli, insanlarla iyi bir iletişim kurmaya dikkat eden, onlarla empati kuran bir genç. Katliam öncesi, ailenin 15 yaşındaki oğlu Kenyon’ı yatırıp bağladıktan sonra boynu ağrımasın diye başının altına yastık koyacak kadar düşünceli. Dick, sevgi dolu özverili bir ailede büyüyor. Sorunsuz bir çocukluğu var. Sokakta karşılaşsanız asla şüphelenmeyeceğiniz, hatta belki sempati duyabileceğiniz, belki oturup sohbet edebileceğiniz iki gencecik insan, dört masum insanı soğukkanlılıkla vahşice öldürebiliyorlar. Üstelik aylar, yıllar sonra bile yaptıklarından pişman olduklarına dair bir ifade asla kullanmıyorlar. Onlar için bir zenciyi öldürmenin, ya da bir kadını, ya da bir köpeği hiç önemi yok. Onlar için sadece nesne tüm bunlar; sadece bir zenci, sadece bir kadın, sadece bir köpek…
Beni en çok yaralayan ise ailenin 17 yaşındaki kızları Nancy oldu. Her yönden mükemmel bir genç: iyi eğitimli, annesinin ruhsal rahatsızlığı nedeni ile evin düzeninin sorumluluğunu üzerine almış, çiftlikteki pek çok işe yardımı olduğu kadar kasaba tarafından da çok sevilen biri, çünkü herkesin yardımına koşan bir insan aynı zamanda. Mutlu bir ilişkisi var. Geleceğe yönelik harika hayalleri olan çok güzel bir genç kız. Cinayet öncesi Perry ile içtenlikle sohbet edecek kadar iyi niyetli. Bir insan gözünün içine baka baka böyle birini nasıl öldürebilir? Ve sonra nasıl hiç pişmanlık duymaz?
Perry ve Dick yakalandıklarında önce cinayetin işlendiği kasabanın hapishanesinde kalıyorlar. Perry’nin kaldığı hücre, şerifin kaldığı evin mutfağı ile bitişik ve mutfakla hücre birbirini gören bir şekilde yapılmış. Şerifin eşi Perry’nin orada kaldığı süre boyunca onu bir konuk gibi ağırlıyor. Sevdiği yemekleri yapıyor, onunla sohbet ediyor, vs. Çünkü Perry’nin yaptıklarının, yani bu kadar korkunç bir şeyin o kadının dünyasında bir karşılığı yok, o kadar iyi bir insan ki bunu algılayamıyor. İyi ve kötünün bu şekildeki birlikteliğinin çelişkilerini ve sıra dışılığını çok güzel anlatmış Capote.
Cinayeti çözen dedektif Alvin Dewey’in Perry ve Dick’in idamına kadar geçen süreçte yaşadığı deneyim, kitabın ana fikrini çok iyi özetliyor. 1965 yılında gerçekleşen idamı izleyenlerden biri dedeftif. Clutter ailesinin dostu olması nedeni ile olayın ondaki yeri çok daha özel ve idamın gerçekleşmesini en çok isteyenlerden biri. Ama idamı izlerken kendini sorgularken buluyor ve çok acı bir şeyi fark ediyor: İdamlar dedektif için hiçbir şey ifade etmiyor artık. Çünkü artık Clutter ailesi yok, nedensizce korkunç biçimde öldüler, oysa hayat devam ediyor, onları hiçbir şey geri getirmeyecek.
Kitap ayrıca hayvanlar konusundaki hassasiyetimi sayfalar boyunca biledi. Cinayet gecesinden idama kadar olan beş yıl boyunca olay üzerine konuşan herkesin sık sık kullandığı ortak ifadeler var: bizi hayvanlardan ayıran vicdanımızdır, böyle bir cinayetten pişmanlık duyulmazsa hayvandan ne farkımız kalır, ve ayrıca yapılan tüm korkunç şeyler hayvanlık olarak tanımlanır… Bence insanlık ne zaman bu tür saçma ifadelerden kurtulursa, o yere göğe koyamadığımız insan tanımına ulaşabiliriz. Başka bir hayvanı yemek ya da kendini savunmak dışında başka bir nedenle ya da nedensiz öldüren, üstelik bunu planlı ve organize biçimde yapan, tecavüz eden, taciz eden, soygun yapan, kaba davranan, şiddet uygulayan bir hayvan ben ne gördüm ne duydum. İnsanların davranışlarını yermek için hayvanları kullanmaktan vazgeçmeliyiz.
Böyle müthiş bir eseri kaleme alan Capote’nin peşine düştüm kitap bitince. Capote ve Soğukkanlılıkla’nın yazım hikayesini öğrendikçe kitap daha derinleşti benim için. Kitabın yazımı beş yıl sürmüş. Çünkü Capote tamamlanması için idamları beklemiş. Cinayetle ilgili herkes ile görüşmüş. İdam gününe kadar beş yıl boyunca Perry ve Dick ile görüşmüş. Asıl çarpıcı olan Perry ile çok yakınlaşmışlar. Birbirlerine aşık oldukları iddia ediliyor. Perry bu süre boyunca Capote’ye hiç ara vermeden her hafta iki mektup yazmış. Capote de bunların çoğunu cevaplamış. Perry’den çok etkilendiğini birçok söyleşisinde dile getiriyor:
“Biz onunla sanki aynı evde büyüdük. Ben evin ön kapısından çıktım, o ise arka kapısından.”
Yazdığı eser, Capote için o kadar her şeyin önünde ki, kitabı bitirebilmek için Perry ve Dick’in idamlarının ertelenmesini sağlayacak avukatlar buluyor, idamlar defalarca erteleniyor. Diğer yandan, kitap bitip idamlar gerçekleşmeyince yakın çevresine, idamların bir an önce olmasını dilediğini söyleyerek şaşırtıyor. Soğukkanlılıkla’nın bitişi şerefine dönemin ünlü otellerinden birinde kutlama balosu yapıyor, günlerce kitap kadar gündemi meşgul ediyor bu balo da.
Romanın Capote üzerindeki etkisinin büyüklüğü, roman tamamlanıp yayınlandıktan sonra ortaya çıkıyor. Depresyona giren yazar, alkol ve sağlıksız bir yaşamla kendi sonunu hızla hazırlıyor. Yakın dostu Harper Lee, iyi bir yazar kendini yazdığı esere o kadar verir ki her eserle birlikte tükenir, Soğukkanlılıkla Capote’yi tamamen tüketti, diyor. Ölümüne kadar yayınlanan birkaç eseri de ününe yaraşır biçimde başarılı oluyor ancak uyuşturucu ve alkol sorunlarıyla hep daha kötüye giden bir yaşam süren Capote, 25 Ağustos 1984’de 59 yaşında intihar ediyor.
Kitabı bitirdikten sonra kitaba ve Capote’ye dair çekilen iki filmi izledim: Capote ve Infamous. Capote isimli filmde Capote’yi canlandıran Philip Seymour Hoffman en iyi erkek oyuncu dalında ilk Oscar’ını kazanıyor. Her iki film de kitapla ilgili ancak daha çok Capote’nin hayatı anlatılıyor filmlerde.
Soğukkanlılıkla’yı bir suç yazını eseri olarak kategorize etmek bence bu muhteşem romanı dar bir çerçevenin içine hapsetmek demek. Bugün hala bu kitabı bu kadar heyecanla ve beğeni ile konuşuyorsak edebiyat tarihinin üst sıralarında yer alan kült bir eser olduğu için, bir suç yazını eseri olduğu için değil. Capote katıksız biçimde insan doğasını ve yaşamı anlatıyor bize, ve daha güzel bir dünyanın nasıl kurulacağına dair çok basit bir sırrı anlatmaya çalışıyor. Hep bildiğimiz, hem gözümüzün önünde olan ama bugün hala idrak edemediğimiz bir sır. 15 Kasım 1959 tarihinden önce de binlerce katil nedenli nedensiz cinayet işledi, yargılandı, hukukun verdiği en ağır cezalara mahkûm oldular. O tarihten bugüne kadar da değişen bir şey yok; katiller, cinayetler, katledilen binlerce masum insan… Ne zaman bir katile, bir caniye, korkunç suçların faili bir insana dair haberler okusam, Rakael Dink’in sözlerini hatırlıyorum. Bu kitap boyunca da o sözler hep kulaklarımda çınladı. Yazıyı Rakael Dink’in sözleri ile kapatalım ve Hrant Dink’i de sevgiyle analım:
“Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim.”
edebiyathaber.net (30 Mart 2021)