“Yedi kardeşin arasından titrek bir gölge gibi sıyrılıp liseyi bitirdim. Korku ve yalnızlığın içinden okula gitmenin bedelini ödedim. İnanılmaz savrulmalar, inkar ve baskıların bin çeşidi. Kente ayak uydurmak için boğuşup durdum. Her yanım yara bere içinde kaldı. Boğuşurken birlikte doğup büyüdüğüm insanlardan ayrı düştüm. Ama kendi öz değerlerimi, dilimi ve o insanların durulmaz bir coşkuyla bana taşıdıkları sevgiyi koruyabilmek için direndim. Elinizdeki roman bu direnişim için aralarında büyüdüğüm insanların bana armağanıdır. Keşke onu daha soluk soluğa, daha parçalanmış bir teknikle, daha erken yazabilseydim.”
Daha önce farklı yayınevlerince yayımlanmış Sevgili Arsız Ölüm’ün İletişim Yayınları’ndan çıkan baskısının arka kapağında, Latife Tekin’in bu cümleleri yer alıyor. Sevgili Arsız Ölüm, Latife Tekin’in ilk ve en çok ses getiren, en çok sevilen, üzerine en çok tartışılan kitabı. 1957 yılında Kayseri’nin Bünyan kasabasına bağlı Karacefenk köyünde doğan ve 1966 yılında İstanbul’a gelen yazarın yaşamından doğan Sevgili Arsız Ölüm’ün ilk yayım tarihi 1983. Roman, Türk edebiyatının Büyülü Gerçekçilik akımının ilk örneklerinden biri olarak kabul ediliyor. Yayımlandığı ilk tarihten beri, belki Büyülü Gerçekçik’in ilk akla gelen isimlerinden biri olan bir yazar olduğu için, Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık romanı ile karşılaştırılsa da, ben daha çok Şeker Portakalı’nın kahramanı Zeze ile Sevgili Arsız Ölüm’ün Dirmit’i arasında yakınlık kurdum. Ancak Sevgili Arsız Ölüm’de geçen yaşamlar tüm doğallığı ve sahiciliği ile bu coğrafyanın köyden kente göç eden milyonlarının özgün bir hikayesi. Kadınlık, erkeklik, çocukluk ve insanlık halleri ile son derece evrensel, dili ve hikayeleri ile çok çok bizden.
Sevgili Arsız Ölüm ve sonraki romanları ile 80 sonrası Türk Edebiyat tarihinde önemli bir yer edinen Latife Tekin’in, ilk romanının ortaya çıkışında 12 Eylül’ün etkisinin kaçınılmaz oluşu romanda birçok yerde kendini gösteriyor. Latife Tekin bu etkiyi şöyle dile getirmiş:
“O dönemde, o kadar önemliydi ki benim bir şey yaparak kendimi kurtarabilmem… 12 Eylül’ün şiddetini bertaraf edip parçalanmamak için benim de o şiddette bir şey yapmam gerekiyordu.”*
Roman iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde Huvat ve Atiye ile çocukları Nuğber, Halit, Seyit, Dirmit ve Mahmut’un, gelinleri Zekiye’nin Alacüvek isimli köyde geçen yaşamları, köylülerin yaşamlarını da içine alarak zengin bir anlatımla sunuluyor. İkinci bölümde aile İstanbul’a taşınıyor, kent yaşamında köylü ve yoksul olmanın gerçekliği, sahiciliği ve doğallığı, Latife Tekin’in kullandığı dil ile doruk noktasına taşınıyor. Ritmi ve müziği olan bir dil, kısa cümleler, masalsı bir anlatım. Cinler, periler, büyüler ve Azrail’in, batıl inançların günlük yaşamın olmazsa olmaz parçaları olarak yer aldığı roman, zaman zaman boğazınızın düğümlenmesine, bazen gözyaşlarınıza, bazen gülümsemenize neden olan olaylar ile dolu dolu. Yürekler, başka türlü değil, hep “güp güp” atıyor roman boyunca. Köpek karı yağıyor hep ve üşüyoruz okurken.
Latife Tekin’in arka kapaktaki cümlelerinden, onun kitapta Dirmit olarak karşımıza çıktığını anlıyoruz. Ailede tek okuyan olarak Dirmit’in kendisine dayatılan yaşamdan sıyrılıp özgürleşeceğini de anlıyoruz. Kitabın hem en deli hem en akıllı, hem en duygusal hem en mantıklı karakteri. Dirmit, köydeki tulumba, kuşkuş otu, rüzgâr, kar, yıldızlar ve ağaçlarla dertleşen bir karakter. Sorgulamaları, aklına yatmayan şeylere kuşkulu yaklaşımları, asiliği ve en önemlisi sessiz direnişi ile Dirmit okurun biricik kahramanına dönüşüyor. Bir bakıyorsunuz, köyün komünist diye damgaladığı öğretmenine âşık oluyor;
“Köye gelen çerçiye, çadır açan çingeneye ‘Komünist ne?’ diye sordu. Atiye, oklavayı çekip Dirmit’in peşine düştü. Bir ağılın başına kadar kovaladı, bir taşladı. Yalvarmayla ağlamayla kızını bu meraktan kurtaramayacağını anlayınca, ‘Aha komünist, geberesice,” diye ona bulutları yara yara köyün üstünden geçen bir uçağı gösterdi. Dirmit annesine inandı, ‘Komünist’i uçak sandı.”
Bir bakıyorsunuz kimseye soramadıklarını kuşkuş otu ile paylaşıyor;
“Kuşkuş otu,
Kızların oğlanlara haber göndermesi ayıp mı?
“Ayıp değil.”
“Yine oğlanlara haber göndereyim mi?”
“Sevdiğin oğlanlara gönder.”
Dil ve anlatım, okuru sayfalar üzerinde sakin sakin ilerletiyor, ama kitabın kent ve kent insanı, iktidar, din, erkek egemen topluma getirdiği, zaman zaman oldukça sertleşen eleştiriler alt metinlerde karşımıza çıkıyor. Erkek kardeşi geneleve gittiğinde Dirmit de tutturur “Ben neden erkeğe gidemiyorum?” diye. Azrail ile defalarca pazarlık yapan anne Atiye, erkek egemen düzene tamamen başkaldıramasa da, kendini kolay kolay ezdirmez ömrü boyunca:
“Sadece, yolda önüne bir erkek çıkınca durup erkeğe yol vermesini öğrenemedi. Çiğneyip geçiyordu erkeğin önünü.”
Şehre göçtüklerinde tüm aile tek göz odada yaşar. Geceleri duydukları gördükleri nedeni ile Dirmit kalkıp tuvalete gidemez, yatağını ıslatır sık sık, derdini yine kuşkuş otuna açar;
“Geceleri korkuyor musun yoksa?”
“Onları duyunca mı?”
“Hem görünce, hem duyunca.”
“Korkmuyorum, ama anneme acıyorum.”
“Neden?”
“İşte.”
Yasaklardan, cezalardan en çok Dirmit payını alır. Hem okuması ile gururlanırlar, hem sorgulamalarını, şüphelerini kabullenemezler. Kitaplara düşmesi, yazılar, şiirler yazması, bir kız çocuğu olarak akıllı laflar etmesi, düşler kurması, sevgisi, şefkati anlaşılamaz, anlaşılmayınca kabullenilemez, cezalandırılır. “Aha şuraya yazıyorum” deyip sık sık duvarlara parmak izi bırakmalarla dolu romanda, daha doğmadan hakkında cinli bir parmak izi bulunan Dirmit, ömrü boyunca bu izden kurtulamaz.
Ama Dirmit direnir. Kitapları, şiirleri, doğa ile olan ilişkisi ile direnir. O desteğini yıldızlardan, ağaçlardan, dağlardan, taşlardan, kuşkuş otundan, rüzgârdan alır, şiirden ve kitaplardan alır. O küçük kız çocuğu büyümeden roman biter, içimizde biraz hüzün çokça umut, biliriz; Dirmit hep direnecek, direndiği için kazanacak. Tüm direnenler gibi…
Şule Tüzül – edebiyathaber.net (2 Temmuz 2015)