Norveçli yazar, senarist ve sinema eleştirmeni Erlend Loe’nin Doppler isimli romanı, kent yaşamı ve çağın insanlarını eleştirirken, ormana kaçan bir adamın umulmadık maceraları ve yaşama kafa tutan alaycı duruşu ile, oldukça derinlikli bir yaşam felsefesini son derece akıcı ve basit bir anlatımla dile getiriyor.
Romanımızın ana kahramanı Andreas Doppler. Görünüşte hiçbir sıkıntısı olmayan akıllı, başarılı, harika bir eş, iki çocuğa sahip harika bir baba, keyifli ve geniş bir sosyal çevresi olan harika bir adam. Tüm bu sıfatlarının sonuna ünlem ekleyin. Bir ünlemi de Norveçli oluşuna ekleyin. Nedenini romanda ilerledikçe göreceksiniz.
Oslo’nun ormana yakın bir bölgesinde yaşayan Doppler, her zaman yaptığı gibi, bir gün yine ormanda bisiklet sürerken bir kaza geçiriyor, düşüyor ve kısa bir baygınlıktan sonra sahip olduğu tüm sıfatlardan, kentten, sahip olduğu her şeyden kaçarak ormana sığınıyor, ormanda bir çadırda yaşamaya başlıyor.
Elbette olaylar hiç de umduğu gibi gitmiyor. Önce kaçınılmaz biçimde bir geyik yavrusu, Bongo giriyor orman yaşamına. Avcı toplayıcı olmaya karar veren Doppler’in yağsız sütten vazgeçemiyor oluşu, kentten kolayca kopamamasına neden olan bir dizi başka olaylara ve ilişkilere sürüklüyor onu. Doppler hepimize benziyor; çelişkileri ve zayıflıkları ile, basit olduğu kadar kendini bile anlamakta zorlanacak kadar karmaşık, sıradan bir insan oluşu ile.
Roman ilerledikçe, Doppler’in içinde biriken ama o güne kadar gün yüzüne çıkamamış, kendinin bile farkında olmadığı düşünceleri, duyguları bir bir ortaya dökülmeye başlıyor. İnsanlardan, yaptıklarından ve temsil ettiklerinden hoşlanmadığını söylüyor Doppler. İnsana ait her şeye yabancılaştığını. Dünyada olup bitenlerin onunla en ufak bir ilgisi olmadığı hissi ile dolup taşıyor içi. “Başarı soludum ve yavaş yavaş yaşamımı yitirdim” diyor. “Benim için televizyon izlemek, insanları neden sevmediğim konusunda bir kaynak kitap okumak gibi”, diyor. “İnsanların hemencecik gerçeklik diye adlandırdıkları şey gerçekten var mı?” diyor. Birçok insan için ne kadar tanıdık duygular değil mi?
Doppler, kısacık bir roman, ancak Loe’nin romanın akıcı kurgusu ile buluşturduğu, kentten kaçıp doğaya sığınmayı öngören bir yaşam felsefesine dair basit cümleleri ile müthiş zenginlikte bir sürece tanık oluyoruz.
“Dünya insanlara ait değil, insanlar dünyaya ait. Çiçekler bizim kız kardeşimiz; at, büyük kartal ve geyiği saymıyorum bile, hepsi erkek kardeşlerimiz. İnsan nasıl olur da herhangi bir şeyi satabilir ya da satın alabilir? Hava sıcaklığının ya da ağaçlardaki rüzgârın sesinin sahibi kim? Dağlardaki bitki örtüsünün özlerinde, bizden önce yaşayanların hatıraları saklı. Şırıl şırıl akan derede, babamın ve onun babasının sesi de mevcut. Bastığımız toprağın bağrında atalarımızın tozlarının da bulunduğunu, dünyanın başına gelen her şeyin bizim de başımıza geleceğini, dünyaya tükürürsek kendimize tükürmüş olacağımızı falan çocuklarımıza öğretmemiz gerek.”
Bu cümleleri, katılmak zorunda kaldığı, kızının veli toplantısında öğretmen ve velilere söylüyor.
Norveç’i de eleştiriyor. Kitapta yer almıyor ama yeri gelmişken bir Norveç eleştirisi yapmadan geçemeyeceğim. Tüm ihtişamı ile Norveç dediğimiz ülke, birkaç sene öncesine kadar hayvan genelevlerinin yasal olduğu bir ülkeydi. Medeniyet! Tek dişi kalmış canavar… Neyse ki Norveç tepkilere dayanamayıp bu konuda gerekli yasaları çıkarıp uygulamakla kalmadı, yakın zamanda kürk üretimi ve satışını da yasaklayan yasaları hayata geçireceğini duyurdu. Loe’nin kitaptaki eleştirisi daha genel. Dillere destan, tüm dünyanın imrendiği refah seviyesinin petrolden gelen para ile sağlandığını, bu nedenle sahip oldukları yaşamın da bir yanılsama olduğunu söylüyor. Ve elbette soruyor: “Denizin dibindeki petrolün sahibi kim?”
Ormanda yaşarken yepyeni şeyler keşfediyor Doppler, kendine ve yaşama dair. Öğretilen birçok şeyin tersinin de doğru ve mantıklı olabileceğini. Sıkılmaktan hoşlanmaya başladığını mesela. Bir geyik yavrusu ile konuşmanın bir insanla konuşmaktan daha keyifli ve huzur dolu olduğunu. Sadece var olmak istediğini. Sadece var olmak… Aslında söylenecek fazla bir şeyin olmadığını. Yalanın muhteşem bir araç olduğunu. İnsanların, insan olmayanlardan daha önemli olduğu yanılsamasını. Ormanın kendisi olmaya başladığını hissediyor. “Ormanın ta kendisiyim”, diyor hatta.
Bu kadar kısa bir romanda bu kadar çok şeyi hem basit bir dille hem de derinlikli vermek kitabın başarısında önemli bir etken diye düşünüyorum. Böyle bir romanı Türkçe’de bu kadar anlaşılır bir biçimde ve edebi tadını da tam kıvamında hissettirerek vermek kolay olmasa gerek. Bu nedenle okur olarak kitabın Norveççeden çevirisini yapan Dilek Başak’a tebrik ve teşekkürlerimi iletiyorum.
Doppler’i bir doğaya kaçış hikayesi ya da güzellemesi olarak nitelemek, bu kısacık romandaki derinlik ve zenginliği görmezden gelmek olur. Doppler, içinde boğulduğumuz kent kaosundan çıkış için bir kapı aralıyor. O kapıdan çıkınca neler olacağı şimdilik okura bırakılmış. Şimdilik diyorum çünkü Erlend Loe kendisi ile yapılan bir söyleşide romanın devamını yazmayı düşündüğünü söylüyor.
Doppler o kapıdan çıkışı denemeye değer buluyor, çünkü onun için başka seçenek yok. Ama uyarıyor da: kimse benim peşimden gelmesin, herkes kendi yolunu bulsun…
Şule Tüzül – edebiyathaber.net (18 Ocak 2018)