Nicedir bu mektubu size telaş içerisinde yazmaya çalışıyorum. İnsanların ve tüm canlıların özgürce ve mutlu şekilde yaşaması için güneşin dünyaya ışıklarını ektiği günün o ilk anına, henüz yaşamaya vakit varken diyen kırpışan gözlerimle son kez baktığımı sanarak her sabah güne başlıyorum. Her günümü ise giderek uzayan ve kesif bir sis olarak üzerime çöken akşamın korkulu karanlığıyla bitiriyorum.
Özellikle geceler bir köpekbalığının dişleri gibi canıma batıyor. Bunu bir özeleştiri olarak kabul eder misiniz? Telaşım da bundan… Artık, bireysel haklar, emek, demokrasi, barış, ekmek, hoşgörü, sanat, aşk vs. gibi sözcükleri dile getirmek güç değil imkânsız hale geliyor. Onun yerine içi boşaltılmış ve büyü etkisi yapan sözcükler ise gerçeğin ve yaşamın karşısına iktidar olarak çıkartılıyor ve hayatın her alanında tehlikeli bir yalan olarak kullanılıyor. Çünkü iktidar gücüyle toz toprağa bulanmış kuru gürültücülerle Helvetius’tan bu yana vicdanının sesini duymayan boş tenekeden yaratılmış birileri öylesine çoğaldı ki…
Lütfen yanlış anlamayın. Bu mektupta niyetim öznel ve yerel bir ‘politik-ekonomik’ analiz dayatmak değil. Gerçek niyetim; edebiyatın nasıl üretilmesine dair âcizane bir iki kelam etmek. Çünkü hâlâ edebiyatın toplumun sorgulayıcı dinamiklerini ayakta tuttuğuna yürekten inanıyorum. Ne var ki, bu alanda da piyasa koşullarını belirleyen kuruluşların popülist iktidarı için en zalim ve belirleyici bir aygıta nasıl dönüştüğüne de inanamıyorum? Piyasa kuruluşların ve koşulların edebiyatta felsefi-politik özü yok ederek tamamen apolitik-ekonomik öze dönüştüğüne kim itiraz edebilir? Oysa edebiyat, bu zihniyetlere en acımasız zamanlarda bile tek bir kişi kalana kadar direnen ve karşı koyan alandır. Antonio Negri’nin dediği gibi yaşamın kendisini yeniden ürettiği her yerde sanat yaşamı kuşatır. Peki, ne oldu da biz böyle olduk? Ne oldu da eyyamcılığıyla kendine bile giderek yabancılaşan, dipten vuran dalgaları ve çatlayan fay hatlarını hissetmeyenlerin düşünceleri de popülist düşünceler kabul edildi? Bu soruları yanıtlarken önceliği hesapsız kitapsız bir şekilde ve kimselere yaranmadan günümüzde evrensel olarak geçerli olan ‘biyoiktidar’ dayatmasının entelektüeller teorisinin yerel basamağına öncelik verilmeli. İşte bu mektubu yazma gerekçelerimden biri de bu yerel basamağın nasıl şekillendiğine dair kaygı duymam. Tam bu bağlamda Negri’nin ‘yaşamın kendisini yeniden ürettiği her yerde sanatın yaşamı kuşattığı’ görüşünün altını kırmızı kalemle çiziyorum.
Özellikle günümüz sistem anlayışı kıvraklığı ve zekâsıyla sanatı biçimlendirmek isteyenler yani tüm köşe başlarını tutmuş piyasanın hâkimi otoriter kişilerin de içinde bulunduğu birçok kesim için artık edebiyatın yaşamı kuşatmasının anlamı yok. Öylesine anlamı yok ki, anlam sözcüğünün derin anlam yitirmesi söz konusu. Öylesine anlamı yok ki edebiyat kaygısı taşıyan yazarların bile özgürleşmiş emeği hiçleşmesi, hiçleştirilmesi söz konusu. Her dönem yazar için ‘anlam’ bir şekilde yapıtının yayınlanması ve okura ulaşmasıdır. Bu dönem yayıncı için ise ‘anlam’ kitabın niteliğinden daha çok satmasıdır. Bu dönem okuyucu için ise ‘anlam’ popüler olan, medyatik ve aforizma olandır. Çünkü eleştiri ve özeleştirinin inkârı, hayatı sorgulamaktan, sanatı ve edebiyatı anlamaktan, okur ve geleceğe ait olmaktan daha kolay… Bu durum özgürleştirilmiş özgürlüğü savunan yazarların giderek kendi içine kapanmaya ve yalnızlaşmayı seçmeye kadar götürüyor. Ne yazık ki artık mevcut durum yalnızlık kader bile değildir. Oysa yalnızlık korkutur. Korkutması da gerektirir. Yalnızlık düşünsel özgürlüğü de yok eder. Kaldı ki bir ben miyim yalnız olan? Hatta hatta daha farklı, daha çok yalnız, daha çok çaresiz ve daha çok korkak olan bir ben miyim? Sanmıyorum. Ve hangi insandan daha çok? Çünkü edebiyatın edebiyat gibi yapılmasına inanan gerçekten kaç kişi kaldı? Entelektüel kesim arasında da üstelik kalabalıktan rol çalarak daha çok sinsi ve daha çok kamuflaja bürünenlerin çoğunluk olduğu bir ülkeden bahsediyorum çünkü.
Evet, aynı zaman da yaşanan bu anda iktidar ve onun aygıtları arasında sıkışmış ve maddi üretim kaygısını taşıyan yazarın pragmatizmle ilişkisi de beni çok ilgilendiriyor. Çünkü bu ilişki, edebiyatın evrensel kuramsal değerlerini görmezden gelinmesine bir bahane yaratıyor, içinden çıkılmaz bir hale bürünüyor. Piyasa üretim tarzının yeni yorumunda yalnızlaşmış görünen bir edebiyat algısından çıkmak için yazarların praksisini geliştirmelerinden başka yol yok. Yoksa istemeden de olsa bu düzenin sadık bir çarkı olmaktan başka şansımız olmayacak. Olmadığı gibi tanrıların öfkesine direnen insanlar yerine hayatın her alanında kayıtsız şartsız her şeye biat eden insanlara evrimleşeceğiz.
Baştan başlayalım. Edebiyatta yaratma edimi, yeni biçimler keşfeden ancak günlük yaşamın kendini ürettiği zeminde en ucuz metaya dönüştürerek anında bu biçimleri de yok eden bir aşamaya evrildi. Yine Negri’nin dediği gibi küresel boyutta sanat artık toplumsal inşaların ve iletişimin ayrımsız çokluğunun içine çekilmesine çekiliyor ve hepimiz içine battığı metalar dünyasının paydaşı oluyoruz. Salt edebiyatın değil hayatın her alanındaki iktidar odakları, artık toplumsal değil tek tek bireylerin beyinleri ve bedenleri üzerinden onlara nüfuz ederek hayatı tümüyle kuşatıyor, onların üzerinden iktidarını her gün daha güçlü ve uzun soluklu kılıyor. Hayatın artık iktidarın bir nesnesi haline gelme durumunu içselleştirdiğimiz bir gerçek haline geldiğini söyleyerek ve Foucault’un kulaklarını çınlatarak mektubuma son vermek istiyorum.
…Ve biz giderek daha çok yalnızlaşıyoruz.
Adnan Gerger – edebiyathaber.net (20 Ekim 2017)