İnsan âşık olacağı kişiyi kendi seçseydi, aşk hakkında bu kadar söz söylenir miydi? Bunca şiir yazılır mıydı? Tesadüflerin getirdiği heyecan, yerini klişelere bırakmaz mıydı? Belki de gerçek aşk denen şey, tesadüflerle vücut bulandı. İşte Sinan Sülün’ün İletişim Yayınevi’nden çıkan son romanı “Kırlangıç Dönümü”, aşkın tesadüflerle geldiğini, tesadüflerle güzelleştiğini, birine âşık olmak için aslında bir sebep gerekmediğini, kimi zaman bir göz renginin, kimi zaman söylenen bir cümlenin âşık olmaya yettiğini gözler önüne seriyor. Okura, çıkarsız, günümüzde özlenen ve özenilen aşkların varlığını hatırlatıyor.
Kırlangıç Dönümü’nün başkarakteri Ali, hapisten çıkar çıkmaz ablasının yanına giderek, hayatının geri kalanı için mucizelerin başlangıcına bir adım atmış oluyor. Henüz yaşayacaklarından, hayatına rengi getirecek, her şeye yeniden başlamasını sağlayacak aşktan haberi olmayan Ali ile kalbi ihanetten yara almış, aşkı paranın yeşilinde zanneden insanlardan sıkılmış Verda’nın yolları kesişmeden önce Ali, okurun karşısında 80’li yılların siyasi olaylarında yer almış bir devrimci rolüyle çıkıyor. Mağduriyetini devletine anlatamadığı için tutuklanan Ali’nin gördüğü işkencelerin izleri hayatı boyunca peşini bırakmıyor ve bu izlerin hem fiziksel hem de psikolojik olarak hayatının derinliklerine yansıması, okuru fazlasıyla etkisi altına almayı başarıyor.
Ali toplumca tabir edilen ‘normal insan’ sınıfına girmeyen bir karakter olarak, kimi zaman karıncalarla konuşuyor, kimi zaman uğurböceklerinin parmağına konmasının bir anlam taşıdığına inanıyor. Uzaktan Ali’yi seyredenlerin zihinsel engelli teşhisi koyabilecek kadar ‘farklı’ gördükleri bu başkarakterin, ilk görüşte kalbine koyduğu Verda’ya âşık olduğunu itiraf ettiği ilk cümlesi olan “Bir elmada iki diş izi olmak istiyorum seninle,”, romanın en etkileyici ve tam da Ali’ye yakışacak kadar klişe olmayan cümlelerinden birisi olarak okurun karşısına çıkıyor. Ali’nin içine öylesine saf bir aşk yerleşiyor ki, okur romanın sonuna geldiğinde, Ali için Verda demenin bütün dünyanın yüreğinin içine sığması demek olduğunu hissedebiliyor. Bu aşkla bakınca Ali’nin gördüklerinin güzelleşmesine, insanlar dışındaki canlıların bile içindeki aşkla dile gelmesine şahit oluyor. Neticede okur bakımından tadına doyulmaz bir aşk hikâyesi tabirini bu roman için kullanmak kaçınılmaz hale geliyor.
Romanın bir başkarakteri varmış gibi görünse de, aslında Verda ile birlikte diğer karakterler de çoğu zaman romanın seyrini etkileyebilecek kadar baskın karakterler olarak okuru etkilemeyi başarıyor. Dolayısıyla, okur, romanda yalnızca Ali’nin ya da Ali ile Verda’nın hikâyesine değil, diğer karakterlerin, hatta onların üst hısımlarının hikâyelerine de ortak oluyor. Kurguda bağlamalar öylesine sade ve akıcı yapılmış ki, bütün hayatların, kesişen yolların sonu yine Ali ile Verda’ya çıkıyor.
Kitabın etkileyici bir aşk hikâyesi olarak keyifli bir kurgu ile ilerlemesinin yanında, Ali’nin yaşadığı psikolojik sıkıntılar nedeniyle, geçmişte var olan ve bugün yeniden başlamasından korktuğu hastalığı hakkında Psikolog Hülya Hanım ile yaptığı terapide, okur pek çok psikolojik rahatsızlık hakkında adeta bilgi sahibi oluyor. Bununla birlikte, Ali karakterinin kitaplar, yabancı diller, böcekler, şiirler ve daha pek çok şey hakkında her daim bir fikrinin olması, okurun, Ali ağzını her açtığında sanki etkileyici bir entomolog, bir romancı ya da bir şair konuşuyormuş gibi hissetmesini sağlıyor. Bir karakterin böylesine tabiri caizse “dolu” olması da, elbette okurun kitap sayfalarını daha büyük bir heyecanla çevirmesine kapı açıyor.
Ali her ne kadar devrimci olsa da, hiçbir bilgi sahibi olmadan, yalnızca dava adamı olduğu için gözü kapalı eylemlerin göbeğine atlayanlardan, slogan atarken ne dediğini bilmeyenlerden, sadece bağırmanın ya da sol eli havaya kaldırmanın coşkusunu yaşamak için devrimcilerin arasına katılanlardan olmadığı kitabın başından anlaşılıyor. Ali sorguluyor, üretiyor, değişim için uğraşıyor. Devrimci arkadaşlarına yol göstermeye çalışıyor. Yalnız olduğunu bilse de pes etmiyor. Fakat yine de, işlemediği bir suçtan ötürü, hayatından on yıl kaybediyor. On yıllık hapis hayatından kesitler aklına gelip de bir karabasan gibi gecelerine çöktüğünde o günleri sayıklarken ise, o kadar naif ki, okurun kalbi o cümleyi okurken Ali’yle birlikte atıyor; “Ben kimseyi yakmadım.” Sonucunda okura, mağdur ve ona bunları yaşatanlara karşı mağrur bir Ali kalıyor.
Kitapta öyle bir bölüm var ki, zamanda yaşanan ileri gidişlerin, diğer kitaplara göre oldukça farklı aktarıldığı açıkça görülüyor. Belki bir sayfa, belki bir paragraflık bölümler akarken, adeta Ali’nin hayatı da akıyor, Verda ile olan aşkı yol kat ediyor ve tabii ki bu aşk artarak zirveye ulaşıyor. Yazarın dilinin sadeliğiyle birleşen bu ilerleyişler, anlatılan konu ile alakalı başlıklar içeriyor. Elbette bu başlıklar da ileride ne olacağına dair okurun kurgu hakkında merakını daha fazla cezbetmesini sağlıyor.
Naif bir roman Kırlangıç Dönümü. Aşkın galip gelip de Ali ile Verda’yı birbirine uygun görmesiyle, okur içten ve kırılgan, eski bir Türk filmi izler gibi kurgunun akışına kendini kaptırıveriyor. Kitap okuru, sadece eski Türk filmlerine götürmüyor, aynı zamanda okura oraletin tadını hatırlatıyor, odanın içine de mis gibi begonvil kokusu yayıyor. Bozcaada’da biraz gezdirip Nişantaşı’na bırakıyor, Maçahel’de Ali’nin kalbinin izini sürdürüyor. Sinan Sülün, Ali ile Verda’ya can vererek, aşkın en güzel hallerini, okurun yüreğine ince ince işliyor. Geriye kalan ‘kırlangıçlar’, okurun hafızasında silinmeyecek bir yer ediniyor.
Gamze Erkmen – edebiyathaber.net (18 Aralık 2015)