I – Frioul adasının kuşları
Navette’e gittiğimde son If Adası botunu kaçırdığımı öğrendim. Onun yerine Frioul’ı önerdi görevli. Zaten If adası da küçük bir ada kale diyerek… Kabul ettim. Frioul’den geç saate kadar dönüş imkanı varmış.
– O zaman ben de dönüş biletimi saat 22.00 için alayım. Zaten hava da bu mevsim de 21.00’a kadar hala aydınlık olur. Rahat rahat gezer, telaşsız feribota yetişirim.
Frioul Adası oldukça sakindi, biraz yürüdüm. Kayalıklarda güneşlenip denizi seyre daldım. İyice ısınmış olan kayalıklarda 15-20 dakika kestirmişim. Uyandığımda tuhaf bir huzur duydum. Deniz kuşlarının sesi bana ninni gibi gelmiş, güneş içimi ısıtmıştı. Deniz ışıl ışıldı. Denizi hep sevmişimdir.
Daha sonra biraz yürüdüm ve aşağıda küçük bir koy gördüm. O küçük koyun plajında güneşlenen 2 çift vardı. Hikayelerini merak ettim. Oracıkta onlara bir hikaye bulurdum. Ama sonra dedim. Şimdi başka bir hikaye zamanı. Adı Frioul Adası’nın Kuşları…
Onları rahatsız etmeden uzaklaşıp köşeyi döndüm. Adadaki sitenin içine girdim, bir meydana çıktım. Aşağıdan fotoğrafladığım şapel ordaydı. Liman manzarası da önünde… Bir ada bir meydan bir şapel… Alsana bir hikaye daha…
Ayrıca birleme biriktirme eşyalarla dolu bir tapas vardı. Oldukça renkliydi. Adeta her eşyanın bir hikayesi var gibiydi. İçerdeki insanlar da çok dostça görünüyorlardı. Birbirleriyle hoş bir sohbete dalmışlardı. Yine de bana selam vermemezlik etmediler. Etraflarında 2 köpek neşeyle dolanıyordu. Biri kar beyazı bir terrier, diğeri de şebek bir orta ırk. Biraz sevdim ikisini de. Ardından bir kahve söyleyip üçlü koltuklardan birine kendimi attım.
Kahveden sonra hesabı ödeyip “aurevoir” dedim ve kıyıdaki yola çıktım. Limana dönmek yerine eski hastahane yönünde yürümeye başladım. Bir tür karantina hastanesi olan bu hastane Caroline’di.
Vakit epey ilerlediğinden adadaki plajlardan limana doğru geri dönenlerle karşılaşıyordum. “Millet gider Mersine ben giderim tersine” durumu yani…
O kadar yürümeme rağmen hala hastaneye ulaşamamıştım. Hala uzak görünüyordu. Gitmekten vazgeçtim. Kıyıdan sola bir tepeye tırmanarak hiç değilse tam karşıdaki Marsilya’yı bir de bu yükseklikten seyretmek istedim. Yolda hiç kimseler yok. Sadece kuşlar var ve sesleri feryat figan. Ama hala korkunun esamesi yok ben de. Ne de herhangi bir huzursuzluk…
Kuşların çığlığı bana Yaşar Kemal’i ve “Kuşlar da Gitti” romanını hatırlattı. Bu atmosfer de “Kuşlar da Gitti” diye bir film çekilse nasıl olurdu diye düşünüyorum…
“Sürekli kuş çığlıkları, evet tek kelimeyle “çığlıklar” eşliğinde korku filmlerini aratmayacak bir yıkık dökük kale ortamında “insan, insanın yalnızlığı ve varoluş sorunları” üzerine…
Kuşların çığlığı, insanların çığlığı, sürekli esen rüzgarlar ile şehir gürültüleri arasında benzerlikler kurarak metaforlar oluşturarak tam da Avrupa Sinemasına yakışır bir film çekilebilir burada…
Kafkaesk bir yalnızlık içindeki ben, elinde fotoğraf makinası ile tepelere, yükseklere çıkmaya çalışıyor. Ulaştığında gördüğü şey: kayalıklar, kayalıklara çarpan dalgalar. Duyduğu ise sadece dalgaların sesini bile bastıran kuş çığlıkları… Ve gün batmakta…
Karşıda ise olanca eskimişliği, olanca karmaşıklığı ile uzaktaki Marsilya dünyası ve onunla arasında IF Adası… IF…”
Tepeden terkedilmiş Karantina Hastahanesi olan Caroline’de görünüyor. Değişik bir bitkinin yukarı dik uzanmış dallarını doğal çerçeve olarak kullanarak fotoğrafını çekiyorum ve ardından IF adasının. Film devam ediyor galiba…
Sonra arkama dönüp aslında çok eski bir geçmişi olan ama daha düne kadar kullanıldığı beton bloklardan ve duvarlardan anlaşılan yıkıntılara bakıyorum. Artık kuşlara evsahipliği yapıyor. Sanırım bir de benim gibi yolunu şaşırtmış sürpriz ziyaretçileri ağırlıyor. Hoş bir gün batımı sunuyor bana. Kuşlarla seyre dalıyoruz. Manzara müthiş…
Ama saat neredeyse 21.00 ve vapurun 22.00’de kalkacağını hatırlayıp kestirme bir iniş arıyorum. Ama aslında bu manzaradan da hiç ayrılasım yok. Kestirme bir iniş yönü bulunca biraz rahatlayıp “birkaç kare daha” diyorum. “Haydi son bir kare daha”…
Hızla kamerayı toplayıp pürtelaş ilk gördüğüm merdivenden pislik içinde dehliz gibi bir yere giriyorum. Ama bu kez korkuyla merdivenlere geri çıkıp başka bir yön arıyorum. Buna rağmen kuşların sesi hala beni ürkütmüyor. Sanki onlar bana yol gösteriyorlar. Koruyucu meleklerim… Sevgiyle bakıp selamlıyorum. Hatta bir ara onlarla konuşmaya başladığımı da hatırlıyorum.
Tepeden hızla inerken, düşmemek için gayret sarf ediyorum. Karşımdan gelen bir kadın 2 erkek beni gördüklerine şaşırmış görünüyorlar. Nazikçe selamlayıp yanlarından geçiyorum. Ama gözlerindeki şaşkınlığı hala dün gibi hatırlıyorum… Ve Frioul Adası’nın Kuşları çığlık çığlığa hala kulaklarımda…
II- Yaşar Kemal’in “Kuşlar da Gitti” ve “Tek Kanatlı Bir Kuş” adlı romanları üzerine
Yukardaki anı öyküyü tekrar gözden geçirirken burada sözünü ettiğim Yaşar Kemal’in Kuşlar Da Gitti romanını bir kez daha hatırlayıp tekrar okudum. Aslında o ortamın bana hatırlatması gerekenin romanın Tek Kanatlı Bir Kuş romanı olduğunu fark ettim. Ben ortama bakarak içerik olarak “Tek Bir Kanatlı Kuş” romanını hatırlamış, ama ismen Kuşlar da Gitti’yi zikretmiştim.
Aslında içerisinde “kuş” olan bu her iki romanda uzun birer öykü olarak nitelenebilir. Kuşlar da Gitti toplamda 79 sayfa. İlk defa 1978 yılında yayınlanmış. Ben YKY 17. Baskısından okudum. Yine YKY’den çıkan Tek Kanatlı Bir Kuş ise toplamda 72 sayfa.
Her iki eserde gerçekten eşsiz, oldukça etkileyici 2 Yaşar Kemal romanı. İkisini de unutmamış olmam şaşırtıcı değil…
Bu konuda yalnız olmadığımı biliyorum. Kuşlar da Gitti kitabının arka kapağında bu uzun öykünün La Croix (Fransa)’ya göre “sağlam bir kitap, yoğun bir insan sevgisi ve şiir, tam bir başyapıt” ifadesini okuyorsunuz. İngilizlere göre ise “saklanacak, tekrar tekrar okunacak, üstünde günlerce düşünülecek, bütün zamanların, bütün ülkelerin en güzel edebiyat yapıtlarının yanına konacak bir kitap…”, “klasiklere özgü yalınlıkta bir öykü”dür ve “Batı Avrupa’da neden böyle romancılar kalmadı?” diye sorarlar.
Bir grup çocuk. İstanbul denilen bir koca şehirde. Bu koca şehrin Florya düzlüğünde işleri kuş tutmak, ödevleri… “Biz kuşçuyuz, buraya kuş tutmaya geldik. Azat buzatı biz icat etmedik ki ta ezelden beri icat olunmuş, kuşçular kuş tutar, onu da İstanbul azat buzat eder” (sy 27) … “Bin yıldan bu yana”…”çocuklar kuş yakalarlar, yüreklerinde acıma, insanlık olan insanlar da bu kuşları alıp şu göğe salıverirler” (sy 71)…
“Biliyorum, bir gün bir hoş, yüreği temiz, akıllı birisi çıkacak, işte o zaman işte, İstanbul biraz daha güzelleşecek, biraz daha büyülü bir kent olacak. İstanbul’un büyüsü denizinde, yapılarında, göğünde, akarsularında mı yalnız, insanlarında mı? Ya Florya’nın kuşları?” (sy 12).
“Eskiden insanlar iyiydi, eski kuşçular günde bin, bin beşyüz kuşu azat buzat satarlarmış.” (sy 24)
“…İnsanlar saldırırlardı kafeslere, birbirleriyle yarışırlardı bir kuş satın almak için. O zamanlar kuşçular İstanbul’a kuş dayandıramazlardı” (sy 38)
“Şu İstanbul’un kirinden pasından, göz oyan kıskançlığından, kötülüğünden sıyrıldım, yeni başka bir güne doğdum” (sy 36)
“Saklanıp kendi karanlıklarına burunlarının ucunu görmeyen” İstanbullular . Kuş almayan…
Görüldüğü gibi tekrarlarla yaratılan masalsı bir dil ve anlatım. Yaşar Kemal klasikleri… Bir annemden duyduğum bir de Yaşar Kemal’de okuduğum bazı kelimeleri[1] tekrar hatırlamak nasıl bir sevinçtir: “balkımak” , “çokuşmak”, “cırmalamak”, “çavarak” , “tutarak tutmak”, “efilimek”, yeyniltmek”…
“Menekşenin çocuklarını, Floryanın, Cennet Mahallesinin, Yeşilyurdun, Şenlikköyün çocuklarını işte o zaman gör, güz gününde, yepyeni pırıl pırıl kendi emekleri, yakaladıkları kuşlardan aldıkları paralarla pantalonlar, ceketler, ayakkabılar, gömlekler alır, pırıl pırıl, gıcır gıcır olup Basınköy’de, Yeşilköy’de kızlara volta atarlar. Dikenler gür olduğu, Florya düzlüğü silme, ağzına kadar çiçekle dolduğu yılların güzü de, olağandır ki, çiçeklerin de tohumları bol olur. Ve küçücük göçmen bu diken tohumlarına bayılırlar. Bu sebepten de Florya düzlüğüne üşüşürler, yüzlercesi, binlercesi arı oğul verir gibi kuruyup kavrulmuş, kırmızı bakır dikeni çubuklarının ışıltısındaki dikenlere çokuşurlar” (sy 28).
“Balıklara destan söyleten”(sy37) Yaşar Kemal’in masalsı dilinden, alegorik anlatımından, İstanbul gerçekleri, ”bir karış arsa için birbirinin gözlerini oyanlar”, “kirlilik”, “yozlaşma”, “çürüme”, “yabancılaşma”, değişen dünya, değişen insanlık, emek, özgürlük ve kuşlar üstüne… Ve yine de umut üstüne…” İnsanlık hiçbir vakit ölmez” (sy54) çünkü…
“İnsanlıktır bu… Kat kattır, en sağlam, en güzel mücevheri en alttadır, soydukça insanlığı, kabuğundan soydukça, bir kat, iki, üç, dört, beş kat, gittikçe aydınlanır insanlık, güzelleşir. Çirkin olan insanlığın en üst kabuğudur. Adam olan hem kendi kabuğunu, hem insanlığın kabuğunu durmadan soymaya çalışır” (sy54).
Tek Kanatlı Bir Kuş romanı da dil ve anlatım açısından güçlü, kısa ama derin bir romandır.
Yokuşlu denilen bir yok kasabaya atanmış posta müdürü Remzi Tavdemir ile karısı Melek Hanımın kasabaya giremeyişlerinin ironik anlatımıdır. Yalnızlığına terkedilmiş istasyon şefi geri dönmelerini söyler. Yokuşlu yoktur artık. Kasaba dağılmıştır. Ama Remzi Bey “yıkılmışsa batmışsa da görmelidir kasabayı, görmeli öyle geri dönmelidir” (sy 19). Hem “bir kasaba, tekmil kasabayı bırakıp gidemez ya. Bıraktı gitti diyelim. Hükümet oraya posta müdürünü niçin atasın, bomboş kasabaya niçin?” (sy31). Ama gel gör ki “bir kuş bile uçmuyor ve ikisinden başka canlı yok” (sy 32). Nihayetinde karşılaşılan kişiler ise “o Yokuşlu dedikçe gülüyorlar”. Yokuşlu’ya bir şeyler olmuş. Ama “kimse bilmiyor ve oraya kimse gitmiyor”. Kasabaya girmenin yolunu bulmak için Ankara’ya giden resmi görevlilere rastlıyorlar. Aslında kasaba “olduğu gibi, yerli yerinde duruyor, amma içinde adam yok” (sy 38). “Bu kasabanın insanları boşluktan korkup kaçmışlar, başlarını almışlar, gitmişler” (sy39).
Ve nihayet Alamancı Zeliha kasabaya girmeye cesaret eder ve gördüklerini anlatır. İşte benim Marsilya’daki o tepede duyduğum kuşların çığlıkları da Tek Kanatlı Bir Kuş’taki o terkedilmiş kasabadaki kuşların sesiydi. Nasıl anlattırmıştı Alamancı Zeliha Yaşar Kemal?
“…Ormandan çıktım kulaklarım uğulduyor. Bir baktım, kanat sesleri doldurdu göğü, şapır şapır. Aman teyzem, aman teyzem bir anda sağım solum, yanım yörem bir kuş, bir kuş, duvar gibi… Tıpkı duvar gibi karanlık, karanlık kuş duvarına geldim dayandım. Kulağımın dibinde binlerce çığlık, kanat şapırtısı, gaga tıkırtısı… Kulaklarım vınlıyor. Bir adım yürüyemiyorum kuşlardan, bir adım… Aklıma tıp edince aklım başıma geldi, her şeyi anladım, hiç insan yok. Bu kasabanın insanları bu kuşlar. Hiç insan yok. Bağırıyorum, bağırıyorum sesim çıkmıyor… Sonra teyzeme söyledim kendimi yitirmişim. Kuşlar ne oldu? Hep kuşlar uçuşuyordu” (sy 60-61).
Evet bir “kuş istilası”ymış bu. “Ecinni kuşlar basmış bu kasabayı, hiç mümkünatı yok”…
Velhasıl değişik bir romandır Tek Kanatlı Bir Kuş ve “bütün fantastikliğine karşın son derece gerçekçi gelen bir dünya… Metafor mu? Alegori mi yoksa?”
Frioul Adası’nın kuşları çığlık çığlığa…
Sultan Sarı – edebiyathaber.net (7 Eylül 2018)
[1] Bu arada Kemal Ateş’in Saklı Sözlük diye de bir kitabı var ve o kitabın tanıtım yazısında “Yazı dilimizin kuruluş aşamasında bu yapılmadı, bu nedenle geçmişte bir dil mezarlığı bırakıldı. Kâşgarlı Mahmut’tan başlayarak, R. H. Karay, M. Ş. Esendal, R. N. Güntekin, O. C. Kaygılı, Halikarnas Balıkçısı, Orhan Kemal, Fakir Baykurt, Yaşar Kemal, Mehmet Seyda, Rıfat Ilgaz gibi halk diline kulak veren yazarları kısmen de olsa tarayarak elde ettiğimiz; ihmal edilmiş, edebiyatta, yazılı kaynaklarda şöyle bir görünüp kaybolmuş ya da kaybolmak üzere olan sözcükleri, ayrıca halk dilinin “yerel” diye dışlanmış söz varlığını bulacaksınız bu sözlükte. Saklı Sözlük, yüzyılların ihmali, ilgisizliği, bilinçsizliği yüzünden dil dışı bırakılmış bir dilin sözlüğüdür” diyor. (https://www.idefix.com/Kitap/Sakli-Sozluk/Egitim-Basvuru/Sozluk/urunno=0000000710556)