“Yeryüzünde bol miktarda bulunan canavar türleri arasında en yaygın olan insandır.”
Şehir. Yüzünde ölümcül bir bıkkınlık taşıyanların evi. Gündüzünden gecesine, hep gri. Şehir. Yaşamayı unutanların, sevinç karşısında korku duyanların evi. Neşeyle tanışmadan nefreti yüklenenlerin. Yaşamın coşkusunu bilmeyenlerin, kendi bedenini utanç ve öfkeye gömenlerin. Gündüzünden gecesine, hep hüzünlü. Sabahından akşamına, hep kıyıcı. Hep yenilmiş.
“Şehirliler bu hüznün ardında ne olduğuna baksa, kayıp duygusunu fark edebilirler. Bazı şeyleri fark etmek ıslık çalmaktan daha basittir aslında. Mesela herhangi bir Şehirli bacağına sürtünüp ‘Sev beni,’ diyen herhangi bir kediyi sevse, o gün daha birçok şeyi fark edebilir. Ama olanı kabul etmek her şeyden daha kolaydır, bu yüzden Şehirliler verilmiş olanı kabul eder. Hüznün yanına yenilgiyi ekledikleri bir hayat yaşarlar. Onlar yenildiği için Şehir de yenilir.”
Şehir. Vahşi. Şehirliler. Vahşi. Yaralı hayvanlar gibi. Yaralı. Sokaklar gaddar, evler sığınak. Evler in. İçimizdeki yabanın ini. Ve uzaklaştıkça yabanın kendisinden, şehir daha keskin, daha kıyıcı. Daha vahşi.
“Çünkü Şehir gündüz de, gece de vahşiydi.”
Nereden düştük buraya? İçimizin yabanından soyunup nasıl attık kendimizi bu vahşetin ortasına?
“Salonunda o eski fotoğraflara bakarken Mualla tıpkı karaca, yabandomuzları, ayı gibi Şehir’in ortasında yapayalnız duruyordu. Kitapların içini, sayfaların arasını, sözcüklerin altını bulmuştu yaşamak için kendine. O hayvanlar ortaya çıkana kadar oralarda bir hayatı olduğunu düşünmüştü. Onların haberini alışıyla birlikte kendisinin de bu vahşi Şehir’in ortasına onlar gibi düştüğünü anlamıştı.”
İşte, buradayız. Unutulmuş efsanelerin, satır aralarının, pencere kenarının güvenliğine sığınan bizler. Şehrin, vahşetin içinde kendinden uzak düşen bizler. Çocukluk yaralarını unutamayan, bir yabandomuzunun çaresiz gözlerinde yaraları deşilen bizler.
Elde dürbün, yaşamı gözetleyenler. Gördüklerinden korkup bir kez daha içindeki yabanın uzaklığına gizlenenler.
Mualla Hanım gibi.
Yaban, şehrin vahşetinde ezildikçe yüreği tükenenler.
“Toplumun görünmez elleri, farklı olanın etrafına hemen bir daire çizer.”
***
Burcu Aktaş’ın kaleminden çıkan, Doğan Egmont tarafından basılan Vahşi Şeyler son zamanlarda okuduğum en özgün çalışmalardan biri. Güçlü bir öyküsü, sarsıcı bir kurgusu ve geyikli geceler lezzetinde bir ezgisi var. Zorlamalara hiç yanaşmadan, derdini sade ama şiddetli biçimde anlatmayı başarıyor.
Seksen beş buçuk yaşındaki Mualla Hanım’ın doğum günü. Ve Mualla Hanım’ın Ufak Kız’ı ilk kez görüşü. Yaralı kuşu bulduğu gün. Ve bir karacanın iniyor şehre o gün. Ardından yabandomuzları. Sonra bir boz ayı.
“Ben çocukken karacalar hakkında efsaneler anlatılırdı, biliyor musun? Onlarla karşılaşanların, gözlerini karacaların kara gözlerinden alamadığını, ömürleri boyunca o gözlere benzeyen gözler aradıklarını söylerlerdi.”
Mualla Hanım’ın anılarını deştiği gün. Yalnızlığını gördüğü; yalnızlığındaki yabanı sezdiği gün.
“Şehir merkezine yolu düşmüş karaca ya da yabandomuzları kadar yalnız ve bir o kadar yabancı Mualla’nın yatağı uzun zamandır ilk defa bu kadar kalabalıktı.”
***
Sığınaklar; kitaplar, pencere kenarları, sesi unutulmuş piyanonun yine de huzur veren varlığı… Bir yere kadar güvenli kılar inleri. Bir yerde şehre iner içimizde sakladığımız ne varsa. Bir yerde yüzleşir yaban, şehrin kıyıcı vahşetiyle.
Bir gün biz de ineceğiz şehre.
Mualla Hanım gibi…
“Buna birikmiş yalnızlığın zincirlerinden kurtulması denir.”
Anıl Ceren Altunkanat – edebiyathaber.net (23 Ocak 2019)