Bazen bir eseri, “vay canına, hiç böyle düşünmemiştim!” nidalarıyla değil de kendi yaşamsal meselelerinizdeki çelişkileri, aykırılıkları anlamlandırmak, bunları çözümleyebilmek adına okursunuz. Tıpkı Osho’nun “Kadın”ını[1] benim okuduğum gibi. Yayınevinin iç kapaktaki açıklamalarına göre Kadın aslında Osho’nun yıllar içinde gerçekleştirdiği konuşmaların kayıtlarına dayanıyor. Belli konular etrafında şekillenen, soru- cevap niteliğindeki bu konuşmalar zamanla metne dönüştürülmüş. Kadın kitabı da bu serinin bir parçası. O nedenle, anlatıcı yer yer tekrarlara düşüyor; fakat bu tekrarlar metnin akışında pürüz yaratmıyor. Kitabın konu başlıkları evlilik, cinsellik, ilişki, annelik, beden, yaratıcılık gibi temel gündem maddelerimizi kapsayan on iki bölümden oluşuyor. Son bölüm ise meditasyona ayrılmış. Guru Osho için meditasyonun tüm hayatı düzenlemede merkezi bir önemi var. Hatta Osho meditasyonun cinsel ilişkilerde yaşanan orgazmın yarattığı tatmin duygusuna benzer bir rahatlama sağladığından bahsediyor. Konuşmasına başlarken de sözlerinin, kadın veya erkek kimliklerinin sınırları içinde değil, “farkındalık” olarak algılanmasını talep ediyor. Bense kitabı okurken, onu aynı anda hem erkek hem kadınmış gibi algıladım. Kimi sorulara verdiği cevaplarda iyiden iyiye üstelik. Hayatın baştan sona gizeme bulanmışlığına dikkat çekerken de; sevginin “sahiplenme”yle hiçbir ilişkisinin bulunmadığını üzerine basa basa tekrarlarken de; bilimin olumlu manada insanlığın geleceğini temsil ettiğini söylerken de; doğum kontrol hapını gelmiş geçmiş en büyük devrim diye nitelerken de; çocuklar komüne aittir derken de…
Osho, isyankâr sözcükleri gecenin içine salıyor. Toplumsal şartlanmaların biçimlediği kalıpları çatlatan bir dil duyduğumuz. Hatta bazen de o şartlanmaların derinlerinde yarık açmayı arzulayan bir dil. Hal böyleyken, dünyanın birçok köşesinde, kadınların verdiği örgütlü özgürleşme mücadelelerine tepki göstermesine şaşırıyorsunuz. Bir paragrafta söylediklerini alkışlarken arada bir itiraz ediyorsunuz ve böyle böyle, merakta kalarak metni sonuna kadar okuyorsunuz.
Serüven mi, o da ne?
Osho bize, kadınların, daha küçük bir çocukken dezavantajlı başladıkları ve -art arda doğumlarla, bebeklerin bakımıyla, yemekle, temizlikle, dikişle nakışla ev içine hapsolarak- öyle de sürdürüp tamamladıkları yaşamlarını, tarih boyu tekerrür eden ve hala da sürüp giden serüvensizliği içinde yeniden ve yüksek sesle hatırlatıyor. (Zira biz, yüzyıllar önce elimizden alınan serüven yaşama hevesimizin acı verici sonuçlarını Virginia Wolf’un Kendine Ait Bir Oda’sından biliyoruz). Kitabı okurken elimde olmadan kendi geçmişime, orada eksilerek, eksiltilerek yaşadıklarıma döndüm. Çocukluğumda annemin sevgisiyle sarmalanmasaydım, bir şeylerin acısını ta derinlerde hissettiğim çok zorlu dönemlerimde muhtemelen kaybolurdum. Annemin sevgisinin en belirgin yanı saygıydı. Saygı duyduğu kimi insanları yakından tanıdıkça daha çok sever, bazen de hiç tanımadığı insanlara sevgisini sunardı. Ne söylerseniz söyleyin sizi dinlerdi. Onunla saatlerce sıkılmadan sohbet edebildiğim, benimle şakalaştığı ve hatta kimi zaman da akıl danıştığı için mutluydum. Genç bir kadın olarak evden ayrılma vaktim geldiğinde de dizginleyemediğim heyecanımı gülümseyerek karşılamış, bana cesaret vermişti.
Ailemle vedalaştım, başka bir şehirde üniversiteye kaydoldum. Bir yandan da hayatımdaki yeni dönemin, kişisel mutluluğumu ne yönde etkileyeceğini merak ediyordum. Fakültede, lisans dersleri programının konu başlıkları arasında hukuk da yer alıyordu. Hatırlıyorum da ilk yıl, Anayasa’ya Giriş derslerine hazırlanırken “Sevgili ve Saygıdeğer Yurttaşlar“diye uydurduğum bir hitabı canlandırırdım zihnimde. Oysa gerçekler bambaşkaymış. Meğerse Anayasa’da bolca ödevler ve sorumluluklar silsilesi varmış. Devlet her an tehdit altındaymış ve tehlike de bizlerden gelebilirmiş. Anayasa’mız, yurttaşların haklarıyla, özgürlükleriyle, onların mutluluğunu artırmakla ilgilenmese de olurmuş.
Eşitlik, özgürlük, mutluluk
Repertuarımızdaki diğer hukuk konularına çalışırken toplumdaki statü sahiplerinin inceden inceye korunduğunu fark etmiştim. İşçi-işveren ilişkilerini ele alalım: İş mevzuatına göre, işçi kendi isteğiyle işverenle yaptığı sözleşmeyi feshederse, kıdem tazminatı alamazdı. Bu tazminatı alabilmesi için işçinin iradesi değil, işverenin iradesi devreye girmeliydi. Evlilikle ilgili yasal düzenlemelerde bile benzer bir durum söz konuydu. Gerçi kadın-erkek ilişkisi, işçi-işveren ilişkisine benzemezdi. Evlilik, kadını, hayatta karşılaşacağı fırsatlar ve yaratacağı katma değerden mahrum bırakamazdı; zira ortada onca çaba vardı. Sorumluluklar da, bireysel gelişim fırsatları da hakça dağılırdı. Sonuçta evlilik sözleşmesi, taraflar arasında eşitliğin ön kabulüne dayanırdı. Yoksa dayanmaz mıydı?
Diyelim ki çalışan bir kadındınız, doğum yaptınız. Görünen oydu ki, doğum izni sonrası işe dönme sürecinde karşılaşacağınız bütün aksaklıkları kendi başınıza halletmeliydiniz. Kocanıza, “şimdi sıra sende, bebekle biraz da sen ilgilen” izni verilmiyordu. İşyeri kreşi yoktu. Çocuğunuzun iş saatlerinizdeki bakımı için ya özel kreşe başvurmalı ya da bakıcı bulmalıydınız. Beri yandan emeğinizi piyasaya değil de evinizde çocuklarınıza ve diğer ev içi işlerine kanalize ederseniz devlet emeğinizi, “ücretlendirilecek değer”den saymıyordu. Hadi bir işveren gibi devletin size ücret ödemesini geçtim, yaptığınız bu işler için sizin ad ve hesabınıza emeklilik primi yatırmaya da gerek görmüyordu. Sigortanızı kendiniz ödemeliydiniz. Prim ödeme gücünüzün olup olmadığını takip etmek ise devletin yerine getirmesi gereken yükümlülükleri arasında yer almıyordu.
Diyelim ki evlilik birliği içinde mutlu olamadınız ve boşanmak istiyorsunuz, fakat eşiniz istemiyor. Böylesine çekişmeli bir boşanma davasının lehinize sonuçlanabilmesi için eşinizin kusurlu olduğunu ispatlamanız gerekiyordu. Bir kadın neredeyse çocuk sayılacak yaşta evlenebilir, çok sayıda çocuk yapabilir ve bu çocukları kendi başına parasız, pulsuz, çulsuz büyütebilirdi. Devlet bunlara karışmıyordu fakat boşanırken size karışıyordu. Kolay kolay boşanamazdınız.
Sadece bu ana başlıklara baktığımda bile bana öyle görünüyordu ki, kadınların mutluluğu yakalamalarının önünde erkeklere kıyasla çok daha yaşamsal engeller vardı. Cinsiyete, rütbeye-konuma, yaşa, maddi güce dayalı ayrımcılıklar piyasaya sürülen mallar gibi çeşit çeşitti. Evet, bütün bunlar vardı, ama adına ben diyeyim Ortak Mutluluğumuzu Çoğaltma Yasası, siz deyin Bireyin Varlığını Onurlandırma Yasası, işte adı her neyse, böyle bir yasa yoktu.
Kendi cennetini yaratmak
Marleen Gorris’in yazıp yönettiği, 1995 yapımı Antonia’nın Yazgısı, insanların doğayla iç içe yaşadıkları küçük bir toplulukta geçer. Antonia ve kızının oturduğu ev, zamanla aralarında güçlü bağlar oluşturdukları misafirlerin de daimî konutuna dönüşür. Burada insanlar ne evlidir ne de kıskanç. Yaşam, elbirliğiyle yarattıkları bir kutlama alanıdır. Bu dünyadaki varlıklarını duyumsamak, hayatı onurlandırmalarına yetmektedir. Hatta hediyeleşmenin sevinci öylesine büyüktür ki, yasalara başvurmayı gerektiren nahoşluklar bu sevincin gölgesinde kalır, etkisini çabucak kaybeder. Daha zeki olanları, meraklarını bilgiye dönüştürür, bilgileri arttıkça yeni meraklar edinirler. Çalışmalarını topluluktakilerle paylaşırken araya para girmez. Herkes saygı görür. Bireyler yaptıkları seçimler nedeniyle hor görüye veya yüceltmeye maruz kalmazlar. Otoritenin kararlarına uymayı zorunlu kılan yasalar, Antonia’nın bahçesine uğramıyor gibidir. Burada bile tacizle, tecavüzle karşılaşırız fakat süreç asla normalleşmez.
Bu filmi ilk izlediğimde, o kadar etkilenmiştim ki, Kahire’nin Mor Gülü’nde Cecilia’nın sinema perdesini aşıp filmin kahramanıyla maceralara sürüklenmesi gibi ben de sahicileştirdiğim Antonia ve arkadaşlarının arasına karışabilmeyi hayal ederdim. Osho 1990’da ölmüştü. Filmi izleyebilseydi, konuşmalarında bize uzun uzun tasvir ettiği özgürlüklere, sevgiye, yaratıcılığa adanmış, cinsiyet eşitliğinin hüküm sürdüğü, hükümetlerin, yasaların gereksizleştiği ve dolayısıyla yaşamın kutsandığı dünyasının bir benzerini Antonia’nın çevresinde bulduğunu kabul ederdi.
Susmayalım bitsin
“Kadın”ı, sosyal medyada art arda patlak veren taciz ifşalarının yaşandığı günlerde okudum. Kitabı incelerken bir yandan da Twitter’da, #meetoo etiketinden, ifşalarla ilgili gelişmeleri izliyor, gazetelerde konuyla ilgili haber ve yazı takibi yapıyordum. Bütün bu uğraşlar sırasında Türkiye’deki birçok kadın gibi kendi travmalarımı yeniden yaşadım. Sözle, gözle bazen de temasla maruz kaldıklarımızın her biri birer sızıydı.
Hakların ihlali, gerçekleştiği anla, o “an”daki etkisiyle sınırlı kalmaz. Kendimizi engellenmiş hissederiz. İstediğimiz ortama yine dalıp çıkabiliriz belki, ama dindirilemeyen o sızılarla birlikte ve iki kere düşünerek. İhlaller tekrarlanıp durduğundan sızılar da bir türlü dinmez; birbirine, birbirimize geçer durur. Kendimizi tam bir bütünlük içinde ifade edebilme yeteneğimiz hasar görür. Özgün taraflarımızı idrak ederiz evet fakat gecikerek, eksilerek idrak ederiz. Çünkü bedenin hafızası var ve çünkü tacizin, saldırının olduğu yerde yok sayma var, saygı yok.
***
Dans etmek ve şarkı söylemek en özgürleştirici isyan biçimlerinden biri. Belki de bu nedenle, yöneticiler, sokaklarda ne zaman bir arada dans eden, çığlıklar atan, kahkahalarla gülen, şarkılar söyleyen kadınları görseler dehşete kapılıyorlar. Ama bedenin hafızası sadece kötü anları biriktirmiyor. Danslar ve şarkılar bir kere başladı mı durmak ve susmak bilmiyor. 2021’in iyi bir yıl olması dileğiyle, susmayalım öyleyse.
***
Yeni yıla
dakikalar kala Şenay’ın şarkısında bahsettiği o sessiz yeri[2] yoklayacağım.
Yalnız değil ama; Antonia’m ve Tante Rosa’m[3] da gelecek. Birlikte anneme, Sevgi Soysal’a ve
Osho’ya selamlarımızı göndereceğiz.
[1] Kadın, Dişilik Ruhunu Onurlandırmak, Osho, Omega, 2020, 1.baskı
[2] Şenay, Sessiz Bir Yer, 1977, plak kaydı, https://www.youtube.com/watch?v=Fd_L4X8vuwo&pbjreload=101
[3] Tante Rosa, Soysal, Sevgi, İletişim, 2016, 19.baskı
Hatice Balcı – edebiyathaber.net (31 Aralık 2020)