Banu Özyürek’le önce ikinci kitabı Poz*’da karşılaştım. Öykücülüğüne ilk Poz’la hayran kaldım. Ne zamandır ilk kitabı Bir Günü Bitirme Sanatı’nı okumak istiyordum, kitaplar yeni baskıları çıkınca kendilerini hatırlatırlar, Everest Yayınları’ndan yeni baskısı çıkınca zamanıdır diyerek onu da hayranlıkla okudum.
Öncelikle şunu söylemeliyim. Banu Özyürek’in öykücülüğü açısından iki kitap arasında hiçbir fark yok. Yani Bir Günü Bitirme Sanatı daha acemi, daha tutuk, Poz’da yazar ustalaşmış diyemem, her iki kitapta da karşımıza usta bir öykücü çıkıyor. Zaten her iki kitabın öyküleri birbirine akraba öyküler. Poz’un ilk kitapla arasında belki şu fark var diyebiliriz: Poz, daha cesur, daha asi, dil ve anlatımı ile iktidar ve otorite gibi kavramların yanı sıra haksızlara daha sert bir dille kafa tutuyor.
Söyleşilerinde de dile getirdiği gibi, Banu Özyürek belirli bir duygu ya da kavram üzerine öyküler inşa eden bir yazar. Bunu yaparken, seçtiği duygu ya da kavram her ne ise, onu öykünün her bir parçasına giydirerek öykülerini yaratıyor. Diyelim bir öyküde şefkate dair bir şeyler söylemek istiyor, bu duyguyu karakterlerine, mekâna, olay örgüsüne hatta bezen sözcüklerin ve cümlelerin üzerine giydiriyor. Yani öyküye başladığınız anda yazarla birlikte bir duygunun ya da kavramın tüm öykü ögeleri ile dile geliş yolculuğuna eşlik ediyoruz okur olarak. Dolayısıyla o duyguyu yazarla birlikte yol alırken biz de tüm hücrelerimizde hissediyoruz diyebilirim.
Bir Günü Bitirme Sanatı’nda her bir öyküde anlatılan konu ya da olay örgüsü öyle çok sıra dışı yaşantıların yansıması değil. Aksine, hemen herkesin günlük yaşamında olabilen, çoğu zaman farkında bile olmadan geçip gittiğimiz, ya da etkisi büyük olsa da geçip gittikten sonra hatıralar arasına unutmak üzere bırakıverdiğimiz meseleler. Ama bir şeyleri yaşarken, bizi üzen, acıtan ya da sevince boğan minik minik şeyleri, minik oldukları için yaşayıp hemen bir sonraki ana geçip gitsek de yaşamımız bunların izleri ile, içimizde bıraktıkları tortularla şekilleniyor. Dilimizin ucuna gelip de söyleyemediklerimiz, hiçbir zaman sözcüklerini bulamamış eksik yaşadığımız hislerimiz, boğazımızda kalan düğümler, söndüremediğimiz yarım kalmış öfkeler… Bir Günü Bitirme Sanatı, okuruna bunları hatırlatıyor, ama boğmadan, sıkmadan, üzmeden. Bir dost sohbetinde ortaya çıkıveren paylaşımlar, şaşırtıcı aynılıklar gibi. Hepsi çok tanıdık, çok yakın. Bir öyküde, bir türlü geçmek bilmeyen günlerin içinde yaşamını sürdüren bir kahramanla karşılaşırken, bir diğerinde kocasının yalanları içinde boğulan bir kadının hikayesine konuk oluyoruz. Bir öyküde, hemen hepimizin illaki mücadele etmek zorunda kaldığımız apartman hayatı ve komşulara dair sorunların tanıdıklığı içinde ilerlerken, bir başkasında platonik bir aşkın kurgusal gerçekliğinde gülümserken buluyoruz kendimizi. Her biri hayatımızın bir yerlerinden benzerlikleri ile bize anlamlı anlamlı gülümsüyor…
Evet her şey çok tanıdık. Ama Banu Özyürek’in öykülerini bu kadar yakın bulmamızı ve sevmemizi sağlayan başarısı, işte bu tanıdık yaşamlara yeniden aynı ilgi ve heyecanla okurunu çekebilmesinde yatıyor. Sonuçta edebiyatın da hayatın da konuları belli, dolayısıyla üzerine milyonlarca eser verilmiş konular var elbette Bir Günü Bitirme Sanatı’nda da. Ama işte karşımızda duran öyküler özgünlükleri ile, başka bir yazarın dil, anlatım ve kurgusal tercihleri ile kendilerini okutmayı başarıyorlar. O tanıdık duygularla karşılaştığımızda, bizi etkileyen her kitapta yaptığımız gibi diyoruz ki “ah işte tam da bu, ben de bunları yaşadım, bu öykü yaşadıklarıma tercüman olmuş”.
Bir Günü Bitirme Sanatı öyküleri öyle iddiası olan öyküler değil. Bunu yazarken Poz öykülerinin daha iddialı göründüklerini söyleyebilirim. Diğer yandan Bir Günü Bitirme Sanatı öyküleri de bu iddiasızlıkları ile iddialılar aslında diye düşünüyorum. Öykülerin kahramanları, toplumla ve çevreleri ile bir türlü istedikleri uyumu yakalayamayan, bu çözümsüzlükler içinde debelenen, çıkış yolu arayan ama bir türlü bulamayan insanlar. Diğer yandan hiç de zayıf değiller, sonsuza kadar deneyip yenilip yeniden deneme cesaretini gösterecek güçteler. Onlarla yakınlık kurmak bize de güç veriyor sanırım bu nedenle.
Yazarların, nasıl oluyor bilmiyorum ama geleceği dair bir şeyleri sezmek gibi bir özellikleri var. Birçok kitapta bu karşıma çıktı. Kitapla aynı adı taşıyan Bir Günü Bitirme Sanatı isimli öyküde, sanki şu pandemi günlerimizi yazar önceden sezmiş de yazmış gibi. Virüsten olmasa da, başka nedenlerle gününü evde geçiren bir kadının iç konuşmaları ile şu günlerimizde yakınlık kurmamamız elde değil. Ruhsal dengesini gitgide kaybeden kahramanın yaşadıklarına hiç de uzak sayılmayız. Öykünün ilk cümleleri okuru hemen kendine çekiyor:
“Bir saat oldu herhalde. Ayak parmaklarımı seyrederek bu kadar oyalanabildiğim için memnunum. Kısa, zararsız, geri dönüşü mümkün bir ölüm gibi.”
Bir yazarın kadın ya da erkek olmasının, elbette eserinin iyi ya da kötü olmasında hiçbir etkisi olamaz. Ancak bazı şeyleri sadece bir kadın yazar bu kadar iyi yazabilir diyebiliriz. Erkek yazarlar için de geçerli bu tabii. Bir Günü Bitirme Sanatı öyküleri için bunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zaten kitaptaki tüm öyküler kadın öyküleri ve özellikle bazı öyküleri ancak bir kadın yazar bu kadar iyi yazabilir demek zorundayım. “M.’nin 78. yalanı”, “M.’nin 79. Yalanı”, “Yara” ve “Şey’i beklerken” öyküleri için bunu rahatlıkla söyleyebilirim. “Yara” isimli öykü, rahim ağzında bir yara olan bir kadına dair. Kısa bir zaman diliminde geçen bu kısacık öyküde Özyürek, bir kadının yaşadığı sıkıntıları, tedirginliği, ihtiyaç duyduğu empati ve yakınlığı hem çok sade ve doğal hem de büyük bir yoğunluk ve zenginlikle veriyor. Bir erkek böyle bir yaşamsal deneyimi bir kadın kahramanın gözünden ne kadar yansıtabilir, bilemiyorum. Bu öyküde ele alınan insanlık durumu öyle iyi anlatılmış ki, tüm doktorların okumasını isterdim bu öyküyü.
“İnsanlar birbirlerini daha çok sevse… En azından küçücük bir yakınlıktan diyorum böyle irkilmese, yani diyorum ki küçücük bir anlayış anından, yani diyorum ki karşısındakinin gözlerindeki korkuyu görünce, ne bileyim işte bazı küçük ama önemli şeyleri sezince falan.”
Benzer şekilde, “Şey’i beklerken” isimli öyküde regl olamayan genç bir kadının hikayesi var. Yine kısacık bir öyküde, bu durumu yaşayan tüm genç kadınların deneyimlerine çok etkileyici biçimde tercüman olmuş Özyürek.
Evet, kitaptaki öyküler kadın öyküleri, diğer yandan, duygular, kavramlar, durumlar ve yaşamların cinsiyeti yok. Evet, sadece kadınların yaşayabileceği olaylar anlatılıyor, ama başka olaylarda kadın ya da erkek hepimiz benzer duygusal süreçleri yaşayabiliriz. Yani bu öyküler kadın öyküleri olsa da insanı, insanlık durumlarını anlatıyor sonuçta. Bu öyküleri sevmemin nedenlerinden biri de elbette bu.
“İnsan yalnızlıktan yaptığı hangi işi yalnızlığını unutarak yapabilir ki.”
Dili ve anlatımı sade, dediğim gibi hemen herkese çok yakın olay ve konulara değinen öyküler olmasına rağmen, Bir Günü Bitirme Sanatı hiç de hafif diyebileceğimiz, hafife alınacak bir kitap değil. İfadesi, sözcüklere dökülmesi zor duyguların, olayların öyküleri bunlar. Sıkıntılı, içinden çıkılamayan sorunların olduğu, kasvetli hatta karamsarlık içeren öyküler. Diğer yandan okuru hiçbir zaman karamsarlığa sürüklemiyorlar, aşağı çekmiyorlar. Aksine gülümsetiyorlar, kahkaha bile atabilme ihtimaliniz yüksek bu öykülerde. Çünkü mizah ve ironi tüm bu öykülerin en temel ögesi. Mizah, Özyürek’in o özgün dilinin en önemli özelliklerinden biri. Gülmek en iyi eylem biçimi ya. Banu Özyürek öykülerinin kahramanları da hayatla kıyasıya mücadele ederken, o mizah dili en büyük mücadele aracına dönüşüyor. Bu nedenle o kadar güçlüler zaten.
Kocasının yalanları içinde debelenen bir kadın kahramanımız iki öyküde karşımıza çıkıyor: “M.’nin 78. yalanı” ve“M.’nin 79. Yalanı”. İkinci öykünün başında bir Eskimo atasözü görüyoruz:
“Bir yalan varsa ikincisi olmayabilir
Ama 78 yalan varsa 79. olacaktır.”
Sonra dipnota bakıyorsunuz, “Eskimoların (bildiğim kadarıyla) böyle bir atasözü yok” diyor Banu Özyürek. İki öykünün de hikayesi çok tanıdık ve dramatik. Öykü isimleri ilk okuyuşta çok ciddi görünüyorlar, ama Özyürek’in o mizah dili iki öyküyü de okuru gülümseten bir hale dönüştürüyor, yaşamın bir kadına dayattığı gerçeklere bu mizah diliyle kafa tutuşuyla başka kimliklere bürünüyorlar. Ayrıca o atasözüne bayıldım; Eskimolar okusa onlar da bayılırdı eminim ve memnuniyetle sahiplenirlerdi, diye düşünüyorum gülümseyerek.
Poz’un kapağını çok sevmiştim. Kitapla bir bütünlük sağlayan, kitapta ne ile karşılaşacağımızın sözsüz sırlarını fısıldayan bir kapaktı. Bir Günü Bitirme Sanatı’nın kapağını da sevdim. İçerideki öykülerin duygusu ile bir ortaklığı var bu kapağın da. Emir Tali’ye tebrikler.
Bir Günü Bitirme Sanatı’nın ilk üç baskısı Raskol’un Baltası’ndan çıkmış. Raskol’un Baltası’na buradan okur olarak teşekkürü borç bilirim. Açtıkları kapıdan Banu Özyürek’i ve bu harika öyküleri edebiyat dünyamıza kazandırdıkları için.
Bir günü bitirmek bir sanat olabilir ve belki de şu pandemi günlerinde her birimiz bayağı ciddi eserler ürettik bu sanatı icra ederek. Ama asıl sanat sanırım her ne olursa olsun gülebilmek, gülerek devam edebilmek ve üstüne üstlük başkalarını da bu gülüşe ortak edebilmek.
Banu Özyürek, hayata bambaşka pencerelerden bakıyor ve o manzaralara bizleri ortak ediyor. O pencerelerden bakarken dünya genişliyor, özgürleşiyor, yaşam daha umutlu. Yeni kitaplarını merak ve heyecanla bekliyorum.
* https://www.edebiyathaber.net/pozsuz-bir-poz-sule-tuzul/
Şule Tüzül – edebiyathaber.net (3 Şubat 2021)