“Afide sandım seni
Yemyeşil de gözlerin”
“Dostum dostum, güzel dostum…”
İnsan insana giderse tanır, sever her bir şeyi. Dünya öyledir. İnsanla anlam kazanır değer bulur.
İnsan insana kavuşunca büyür, öğrenir her bir şeyi. Ömür kısa hayat uzun diyecek değilim. Üstüne üstlük tersini de düşünürüm bazen.
Ben diyeyim yirmi yıl, siz bunu çıkarın!
Eğer bir karşılaşma, buluşma anının tarihine gideceksek; elliyi aşkın bir yıl. Yani şu fotoğraflarda gördüğünüz “biz”in kavuşma, buluşma çağı. Halam, bizim çocukları çevresine alıp bir masala başlama havasına girerken şunları söylerdi ilkin:
“Sözü nerden getirelim; İsfahan’dan mı, yedi benli güzelin sürmeli gözlerinden mi, yoksa Kafdağı’nın ardındaki Sürmelibey’in sevdasından mı?..”
O, bunu der demez biz çocuklar kanatlanır:
“Hepsini istiyoruz!” derdik.
“Sabırla koruk helva olur,” der; “Var varanın, sür sürenin, evvelbahar yedi düzde gezenin, halim yaman diyenin, halden anlayıp bilenin hikayesine başlayalım diyenin eline, beline, diline sözü verdim diyenin ol hikayesi böyledirle söze başlamak isteyenin hali haline, suyu suyuna, sözü sözüne uymasa da; diyeceklerime kulak verin ey gönlü titreyenler,” sözleriyle, bizi ummanlar ötesine çıkarırdı.
Can bedenden uçup gittiğinde, bize kalabilecek söz’ün beşiğini sallar dururdu halam. Öyle bir nidası vardı ki;
“Benden söz iste, söz dinle; ama eğer savunabileceksen sözsüz kalma;” der gibiydi.
İşte o sözlerle büyüdüğümüz çağlarda başlar bizim buluşma, kavuşma öykümüz, Hüseyin Haydar’la.
Söz ki; can siperimizdi. Görme biçimimiz, hayatı anlama yolumuzdu. 13-14 yaşındaydık, Jack London’ı, Hemingway’i, Steinbeck’i konuşup Van Gogh’u, Chall’ı, Goya’yı, Mozart’ı, Beethoven’ı keşfettiğimizde.
İğdebeli Hoca bize dünyanın kapılarını açmıştı. Şu gördüğünüz Dostoyevski portresi Hüseyin’in o günlerden taşıdığı ruhun rengini yansıtır. Yaman bir duyarlılık anıtı. Kentimizin sokakları, yolları birbirimize taşıdığımız sözlerle şenlenirdi.
Onun bir simyacı gibi sözcüklere döktüğü “Acıdandır Afidem” o günlerin duygusu, sevgisi, sızısıdır.
O ruhu tanıyorum, o “aşk” ı var eden Afide’yi biliyorum… Şimdi başka göklerde ihtimal… O alevi hissedip, o acıya dokunduk birlikte. Sözcüklerin çağrısıydı bizi var eden.
Güne, geceye, zamanın diline yansıyan her bir şey onun şiirinin debisini oluşturuyordu…
“Yüz gemi yükü tuz
Yedim bu türkü için
Yeni de bir damla su içmem adına
Gözlerinizi bildiğim tutkum sanadır
Göğsümde tutuşan yanık sözlerden”
(“Adanış”)
Karganış zamanları. Ödsüzleşen bir karanlığın içinden geçiyorduk. Sözüyle umut aşılıyordu güne, geceye:
“Sen gelmedin baharın kardeşi
Geldi de ölüler bayraklarıyla
Ölüler ak bir sabahtır şimdi
Söylenmek üzere kanlı bir sözdür
Bir deli yüzdür sokakta gezen!
O ki; “karanlıkta yürürüm” dediğinde bile yaşama sevincini hayatın tutanağı kılar:
“Küçük sevgilisi hayatın, haydi!
Yokla ceplerini ve yaz son şiirini
Kara gürgen yaprağına üç dize…
Üç yanımdan üç ay doğar, uyanırım!”
(“Karanlıkta Yürürüm, Kara Şarkılar, 1983)
Akan, taşınan zamanın labirentlerinde gezindik hep onunla. Güne sözle başlar, geceden sözle geçerdik.
“Ne günler gördük, ne zamanlar geçirdik,” dedikleri dostluk bizimkisi. Çocuklarımızın düşleri karıştı birbirine. Yollar aşındı, insanlar dönüştü, mevsimler mevsimliğini yitirdi biz var olduk onunla hep.
Söz aldık, söz verdik birbirimize. “Acı Türkücü”den çıkıp “Kara Şarkılar”a, “Yıldız Tutulması” ndan, “Sudan Gövde’ye” vardı.
Yeni şiirimizin parıltısı, yıldızı… Söz simyacısı…
Ve gelip karşıladı bizleri küresel salgın… Kapitalizmin kara örtüsü her yanı sardı. Savurdu toplumu, insanları uçurumlara itti; dilleri, kültürleri, inançları, kimlikleri hallaç pamuğu gibi savurdu.
Onun şair yüreği tüm bu anafor, deprem, tufan karşısında susmadı.
“Şairim, Asiyim” dedi; “Zor Günlerin Şiirleri”ni yazdı. Bayraklaştırdı sözlerini:
“Tehdit eden benim,
Tertip merkezlerinizi, sizin,
Kiralık adamlarınızı, ajanlarınızı.
Evet! Tanımıyorum,
İşgal karargahlarınızın yasalarını.
Şairim, asiyim:
Boynum, Pir Sultan Abdal’ın boynu.”
“Doğu Tabletleri”nde var etti şiirinin yetkin sesini.
İnsanlığın vicdanı oldu çağına seslenirken. Adanışın diliyle konuştu hep. Bir dili var eden coğrafyanın, kültürün, tarihin ve insan belleğinin kanatlarında gezindi. Kendi rüzgarını yarattı şair. Dedi ki:
“Batırınca, Dicle güneşi gibi kıpkızıl açar gonca,
Başkaldırır duvar boyunca gül başlı çocuklar.
Rüzgar aşka getirir bağ kardeşliğini, ama iki nehrin
Makas gibi kapandığı yerde, kesilir kara kurdele
Çünkü uygarlar gelecek bugün, uygarlar gelecek, ulusumuzu adam edecek.”
Yükselen bir dalga, taşan bir deniz gibiydi her bir sözü. Nerede görsem, nerede duysam tanırdım renginden, sesinden.
Bir şaire özgülüktü bu. Nice zaman sonra, adeta bir çağ sonunda, kavuşunca kendini var ettiği yazı odasındaki gülüşüne, sözlerine, coşkusuna; yola çıkış zamanlarımıza dönmüştük.
Şairin sözleri aramızda bir ezgiydi, yarına, sabaha, güne umutla başlamamız için:
“Yıldızlar indiler üzerlerine
Rüzgar örtüleri gibi
Göğsümüze sererek kırları
Al gökyüzü sakla bu anıları
Gönlümüzde kalan baharın adını
Sakla hayatımız çünkü
Şimdi sokaklarda acıyla akan”
(“Sakla Bu Anıları”/Acı Türkücü 1981)
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (12 Ocak 2021)