Edebiyatta erkek “iç dökümü” veya “iç monolog” olarak tanımlayabileceğimiz metinlere çok sık rastlamıyoruz. Çünkü “iç monolog” metinleri genellikle öznenin kendi benliğini, zayıflıklarını, dünya ile olduramamışlıklarını ortaya koymayı gerektiriyor ve bu da yüzleşmek anlamına geliyor. Toplumsal cinsiyetin verili kodlarını aşındıran bir yerde durması da konunun başka yönü olarak ortaya çıkıyor. Çünkü erkeklik kurgusunun ona yüklediği anlamlar, bireyin kendi olmasının yollarını tıkıyor. Örneğin; TDK’nın “erkek” tanımına baktığımızda sıfat olarak şöyle kullanımlarla karşılaşıyoruz; “güvenilir, mert”, “sert, bükülmez” böylece erkekliğe yüklenen anlamı deşifre eden ve toplumsalı da devreye sokan bir inşanın söz konusu olduğunu görüyoruz. Önüne sıfat olarak “sert” kelimesi eklenen bir varlık, toplumsalın denetiminde “ağlamaz”, “zayıf yanları olmayan”, “güçlü” gibi kategorilere hapsedilince, kendisi olmayı başaramamış, her durumda güçlü görünmek zorunda olan, verili otorite sahibi (ağabey, baba gibi), bir bireylik durumuyla karşı karşıya kalıyor. Bu nedenle erkeklerin kendileriyle yüzleştiği metinler daha çok mektup metinleri oluyor ancak bu metinlerde de daha çok babalarla yüzleşme, onları suçlama gibi durumların hâkim olduğu bir dil kuruluyor. Böylece aslında kendisinden çok, kendisinin o durumda oluşunu sorgulayan metinler ortaya konmuş oluyor. Oğuz Atay’ın[1] veya Kafka’nın[2] babaya yazılan mektuplarından da hatırladığımız gibi.
Bu bağlamda Oruç Aruoba’nın “Zilif” adlı metinini ilginç buluyorum. Bu metin de yazarın kızına yazdığı bir mektup. Aruoba’nın bu metninin bir erkek iç döküm metni olarak okunabilir mi sorusunu sormak gerektiğini düşünüyorum. Metnin geneline baktığımızda bireyin oluşuna dair sitem içeren, suçlayıcı bir dilin hâkim olduğunu söyleyebiliriz ancak şöyle bir farkı var ki Aruoba, suçun yönünü hep başkasına çevirmek yerine, arada kendisine ve çoğunlukla da topluma çeviriyor. Yaşadıklarının dünyayla uyumsuzluğu ve kendisi olma kaygısıyla ilintili olduğunu da sık sık vurguluyor.
“Coşku, tutku dedim; bu duygularla, şunu isteyerek giriştim hayata: Tanınmak. İnsanların, hele, yakınlarımın, beni tanıması, yaptıklarımı görmeleri, ne yaptığımı anlamaları. Bak sevmesi, saymaları demiyorum; amacım da, birçoklarının yaptığı gibi, kendisini şöyle şöyle göstermek, şu şu gibi görünmek, haketmediği bir sevgi bulmak, layık olmadığı bir saygı görmek değildi. Beni ben olarak tanısınlar bilsinler istiyordum…”
Burada yazarın aslında kendisi olarak varlığının kabul edilmesi kaygısını hissettiğini görüyoruz. Ancak yine anlaşılamadığına dair bir serzeniş ve “suçun” yönünü başkasına çevirmiş bir üslûp dikkat çekiyor. Aruoba, kendisi olmak istediğinde, “tanınmak” isterken bile bir onay bekliyor gibi görünüyor. Bunun da kültürel erkekliğin verili kodlarından bağımsız olmadığını düşünüyorum. Yazar tanınmak, kendisi olarak kabul edilmek isterken, aslında kendisine yüklenmiş olanın reddiyle hareket ettiği için anlaşılamadığını düşünüyor, böylece verili olana göre davranmadığı için ne kendisi olabiliyor ne de çevrenin onayını alabiliyor. Diğer taraftan hâlâ kabul görme kaygısı taşıması toplumla tam bir yüzleşmenin gerçekleşmediğine de işaret ediyor. Böylece ortaya arada kalmış bir varlık durumu çıkıyor. Bu nedenle bir erkeğin “ben” olmasını engelleyen kültürel kodları hatırlatıyor yazarın sitemi. Ki şu cümleler, ifade etmeye çalıştığımızı biraz daha açabilir gibi geliyor bana;
“Toplum da öyle: Benden hep önceden konmuş kalıpların içine girmemi istediler. Benden, ben olarak, belirli bir görevi üstlenmemi isteselerdi sorun olmazdı, benim istediğim zaten buydu. Ama benim görevin kendisi durumuna girmemi istediler. Benim bambaşka bir kişi olmamı bile değil; sanki kişiliksiz birşey, bir alet, bir makina…”
Yazar kendisi gibi olmanın önündeki engelleri önce yakın çevresine sonra tüm topluma yıkıyor. Çünkü bireyin kurgusunda en başta aile sonra da toplum devreye giriyor. Buna eklenen cinsiyet rolleri de bireye başka sorumluluklar yüklüyor. Aile kurma, çocuklarına iyi anne baba olma, hayatı verili kuralların düzeninde sürdürme yükü. Bu konuda başarısız olan birey, toplumun gözetimi düşünüldüğünde, ne kendisini olduğu gibi kabul edebiliyor ne de başkalarından kabul görüyor. “Zilif”ten anladığımız kadarıyla yazar da aile kurumunun şartlarını beklendiği gibi karşılayamamış;
“Annen beni gerçekten sevdi, biliyorum; ama neydi bu ‘sevgi’ -onun yalnızca daha önceden edinmiş olduğu bakış biçimlerine verdiği addı. Beni hep ya yanlış anladı, ya da hiç anlamadı. Beni hiçbirzaman sahiden ben olarak görmedi ki- o zaman kimdi annenin ‘sevdiği’?”
Yazarın burada suçlayıcı dili bu sefer “anneye” yöneliyor. Ancak burada şu çelişki dikkat çekici Aruoba, “sevgi onun daha önceden edinmiş olduğu bakış biçimlerine verdiği addı” derken, hem kadının da toplumsal roller tarafından biçimlenmiş olmasına dikkat çekiyor hem de sanki “ben” olamamak sadece kendisinin sorunuymuş şeklinde suçlayıcı bir dil kuruyor. Kadının onu kendisi olarak sevmediğinden yakınırken, aslında onun da verili roller nedeniyle belki kendisi olmadığının üstü örtülmüş oluyor böylece. Oysa yazar, aile konusunda başarısız olurken “suç” anne de değil daha çok toplumsal kodların kurguladığı aile ve onun kurumsal getirilerinden kaynaklanıyordu belki de. Yazarın kendisi olarak kabul görme isteği anlayışla karşılanabilir elbette ancak “suçu” karşıya, “anneye” yüklerken, onun da verili kültürel kodlarla hareket ettiğini unutmamak gerekiyordu bana kalırsa. Kendilik kaygısı, verili roller, toplumsalın içerisinde varlık çabası veren cinsel “oluşu” hangi kategoride olursa olsun tüm bireylerin sorunu.
Ancak Oruç Aruoba’nın “Zilif”te “suçu” kendisine yönelttiği durumlarla da karşılaşıyoruz. Yazar kendisine dair her şeyin sorumlusunu başkaya yüklemek yerine kendisine de bakıyor, bunu yaparken kendisinin toplumla uyumlanamamasına dair bir yüzleşme çabası olduğunu da görüyoruz. Topluma uygun bir birey olmak övülecek bir durum olmasa da en azından bir “iç monolog” metninde, yazarın kendisine dönmesi açısından Oruç Aruoba’nın cümleleri önemli görünüyor;
“Gene de evet doğru: bir anlamda kaçtım, kaçıyorum şimdi de – bu da belki güçsüz olduğumu, yetersiz ve korkak olduğumu gösterir. Başarısız oldum. Bugün yakınlarımın gözünde de toplumun indinde de, yersiz bir ‘düşkün’üm. Biliyorum.”
Bu cümleler bir bakıma yüzleşme cümleleri olarak da çıkıyor karşımıza, burada kişisel bir yüzleşme kadar “erkeklik” rollerinin getirdiği verili olana da karşı çıkma çabası var. Çünkü verili erkek kimliği “yetersiz” ve “korkak” hissetse bile bunu dillendirmek kolaylıkla başarılabilen bir durum değil. Zaten bu tarz metinlerde karşıya yüklenen suçlayıcı dilin nedenini de burada aramak gerekiyor fikrimce. Bu dil, bireyin “ben böyleyim ama sebebi sensin” şeklinde ifade ettiği bir serzeniş olarak tanımlanabilir. Aruoba’nın metninde yer yer bu anlatma biçimiyle de karşılaşıyoruz ancak yazarın genellikle oklarını toplumsal biçimlemelere, kategorilere, kurumlara ve kendisine yöneltebildiğini de görüyoruz. Kısaca ifadesi de aslında yine yazarın cümlelerinde varlık buluyor;
“Dünya ne ise oydu; ben de ne isem o oldum
-uyuşamadık. Hepsi bu.”
Şunu da hatırlamak gerekiyor ki Aruoba bu metni kızına yazıyor, zayıflıklarını, hayata karşı başarısızlıklarını, neden istendiği gibi birisi olamayışını açıklamaya çalışıyor. Bu da önemli sanıyorum çünkü bir şekilde yazar kızını yaşamının öznesi yapıyor. Kendisine dair söylenmesi kolay olmayanları itiraf ediyor, bu açıdan düşünüldüğünde bu metnin bir şekilde baba otoritesini aşındırdığı da söylenebilir belki. Çünkü bu metinde Aruoba, bir otorite figürü olmaktan çok dünyaya karşı güçsüz kalmış, kendisi olmaya çalışırken bocalamış, hatalar yapmış, toplumsalın verili kodlarını sorgulamış bir özne olarak da karşımıza çıkıyor.
Tüm bunlar düşünüldüğünde bu “küçük” metnin epey ilginç tartışmalara gebe olduğunu düşünüyorum. Hem edebiyat açısından hem de verili kimliklerin, cinsiyet rollerinin, bireyin üzerine yığdığı yükümlülükleri kavramaya yardımcı olması açısından.
[1] Atay, O. (2016), “Korkuyu Beklerken ‘Babama Mektup’”, s. 179, İstanbul: İletişim.
[2] Kafka, F. (2016), “Babama Mektup”, s. 12, (Çev. Kamuran Şipal), İstanbul: Cem Yayınevi
Emek Erez – edebiyathaber.net (13 Ağustos 2018)