Şule Hatipoğlu, 1972 Samsun doğumlu ve İTÜ Makine, Anadolu Üniversitesi Adalet ve Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunu. İyi derecede İngilizce ve orta seviyede de Arapça biliyor. Bir süre kamuda ve özel sektörde basın ve halkla ilişkiler alanında çalışmış, sonra kendini edebiyat, resim ve sinema sanatına adamış. 2012’den beri kendi blogunda yazılarını yayımlıyor. Katıldığı yarışmaların ve yazar atölyelerinin kolektif kitaplarında öyküleri yer almış. Beklenen (Dağhan Külegeç Yayınları, Ekim 2022) de 338 sayfalık ilk romanı.
Kendi hatalarından çocuklarını uzak tuttuğu için bencil davranmakla suçlanan bir annenin, yani Nedret’in ve eril bir ortamda biçimlenen, karısına ve canından, kanından çocuklarına bile her koşulda zulmeden, döven bir babanın, yani Kadir’in kızı Oya’nın ve annesi Nedret’in hem kişisel hikâyesinin, hem ailesel hem de çevresel ortak hayat hikâyelerinin anlatıldığı bir roman Beklenen… İlk sekiz sayfada Oya’nın intihar etmiş olacağından kuşkulanır kocası Yücel, Oya da farkında olmadan fazla ilaç aldığını söyler. Yücel’in kaygısının ve şüphesinin gerekçesini 242. sayfaya kadar anlatılan geçmişte yaşadıklarından öğreniriz.
Nedret, Türkeli’nden hamile ablasına yardımcı olmak için geldiği Ankara’da çocuklarının babası Kadir’le tanışır. Ablasının kaynıdır. Aynı çatı altında hem onun geçmişini öğrenir hem de ona âşık olur. Babasından şiddet gören, üvey anne elinde büyüyen ve üstüne üstlük kemik tüberkülozu hastası olan, çürüğe çıktığı için de askerlik yapamayan Kadir’le evlenir. Sayfalar ilerledikçe ikisinin gece ile gündüz kadar farklı olduklarını, toparlamaya, evliliği sürdürmeye çalışanın Nedret olduğunu anlarız. Evin geçimine katkı koyabilmek için halası her türlü dikişi öğrettiğinden evde terzilik yapar Nedret. Kocasının bir iş edinmesini sağlar. Mutsuz bir evlilik sürerken ilk çocukları Tekin doğar. Zerre değeri yoktur Nedret’in Kadir’in gözünde. Yine de düzeleceğini, bunların biteceğini düşünür, bu yüzden de elinden geleni yapar, katlanır ona. Kadir’i ikna eder ve Türkeli’ne tayinini yaptırtır. Burada da hayatlarına küçük oğlu Sabri ile yaşayan dul Saadet girer. Kadir, ona âşık olur ve sonunda onları terk eder… Polislik bile olurlar. Kavgaların, saldırmaların ardı arkası kesilmez. On sekiz yıl, yani Tekin’den sonra hayatlarına Oya da girmiştir. Kadir, nedense kızı almak ister, Nedret de vermez ve bu yüzden çıkan son kavgada Kadir, oğlunu çok kötü biçimde yaralar ve iyileşmesi uzun sürer ve olanı biteni hatırlamaz. Yardıma muhtaç olur yaşamını sürdürmek için… Çocuklarına adar kendini Nedret ama Oya bilmediği birçok gerçek olmasına rağmen annesine sırtını döner…
Oya’nın halüsinasyonlarını, yaşadıklarını, kendisiyle, çevresiyle sorunlarını, uykusuzluklarını, uyumsuzluklarını zaman zaman bir görünüp bir kaybolan küçük kız çocuğunun sayesinde öğreniriz. Çünkü acılı geçmişin görünmeyen örtüsünü o küçük kız kaldırır ve okuyucu da Oya ile birlikte geçmişte yaşananlara tanık olur. Geçmişle şimdinin birleştiği 242’den sonraki yaklaşık yüz sayfadan annesinin ölümünün başlangıcı sayılacak travmayı yaşatan babasının üvey oğlu Sabri’yi, Tekin’in neden birine bağımlı hâlde yaşamak zorunda kaldığını, Nedret’in kendilerinden sakladıklarını; yine onun çocukluk arkadaşına yazdığı mektuplardan öğrenir Oya ve dolayısıyla da okur. Böylece annesine yaptığı haksızlıktan üzüntü ve pişmanlık duyar…
Kadınlık bastırılırken, anneliğin toplumsal cinsiyet rolü yüceltilir. Bu, kaçınılmaz biçimde anneliğin, kadınlığın eşdeğeri görülmesinin sebebi olur… Anneden başka bir şey, yani ‘kadın’ olmamak dayatılan bir rol ve zorunluluktur adeta. İşte bu yüzden de belki aynı okuma sürecine denk geldiğinden olmalı, Beklenen romanı bana Berna Kumaş Sipahi’nin ‘Ben, Nefise’ (Kasım 2022, Doğan Kitap) adlı romanını anımsattı, birkaç bakımdan… Sipahi’nin Nefise’si, Hatipoğlu’nun Nedret’inin sanki tam karşıtı, yani tam da tersyüz edilmişi… Nefise, ne kadar kendini düşünen ve önce ‘can’ diyen bir kadınsa; Nedret de bir o kadar çocukları, kocası, tanıdıkları ve komşuları için yaşayan önce ‘canan’ diyen bir kadın. Bu yanıyla birçok özelliği kızı Oya’da da vardır. Buna sırası gelince değineceğim. İki anlamda bu romanlarda paralellik ve benzerlik var. Nasıl ki ‘Ben, Nefise’de, Ege’den kendisi olmak ve kadınlığı, için başkaldırmak ana izlekse, Beklenen’deki Nedret de Karadeniz’den annelik ve toplumsal baskının dayattığı kadınlık için başkaldırır. Nefise, annelik yerine kadınlığı (ki daha çok cinselliği…) seçen ve kendi seçimi olan yolda da hayatı, başına gelen şeyler toplamı olur ve tüm bedeli de çocukları öder… Çünkü birçok ülkede, bizde de ‘kadınlık’ gece ise kutsanmış ‘annelik’ gündüz gibidir, birçok dış etkenden dolayı. Bu düzlemdeki vicdan azabı, ideal annelik şablonuna uymak istemeyen kadınlara adeta ‘Demokles’in Kılıcı’ gibidir demek yetersiz kalır bana göre. Bu yüzden de Nefise, ‘en büyük mücadelemi kadınlığım ve anneliğim arasında verdim. Bedelini çocuklarımın ödediği bu ağır vicdani mücadele sonucu ‘Ben, Nefise’ diyebildim.’ der. Elbette ki Nefise’ler açıktan açığa veya gizli kapaklı da olsa var. Sipahi’nin Nefise’si baştan sona kurmaca da olsa veya farklı kadınların roman kurgusu ve gerçekliği içinde birleştirilmiş prototipi de olsa… Bunlar ekstrem kişilerdir. Kadınlığı seçip anneliği öteleyen birini tanıdım. Dört yıla yakın bir süre birlikteydik. Yazsam, inanılmaz ama gerçek maalesef. İlişkisini herkesin gözüne sokmaktan çekinmezdi. Biri kendi ilgisine, sevgisine muhtaç yaşta olduğu hâlde çocuklarını bırakıp başka kente, kadınlığını yaşamak için gitti sonunda… Nefise’yi okuduğumda çoğu zaman o sandım. Bu ekstrem kişiler birlikte olacaklarını kendileri seçer, başkalarının onları seçmeleri söz konusu olamaz bile. Yapıp ettiklerinin bedelini kimlerin ödeyeceği de umurlarında değil, sadece kendilerini mutlu edecek şeyleri düşünürler, kedileri olmak ve kendileri kalmak adına vs…
Beklenen’deki Nedret ise Nefise’nin tam tersi bir kadındır. Annedir ve sonuna kadar annelik rolünü şablona uygun oynar. Çocuklarına, evliliğinin hatalarını yansıtmaz elinden geldiğince ve onları yaşadığı korkunçluklardan haberdar etmemek, korumak için çabalar. Toplumun dayattığı rollerin tümünü benimser. Adeta gölge gibi yaşar. Kan kusar, kızılcık şerbeti içtim der soranlara, görenlere… Korumaya çalıştığı Tekin ve Oya yine de görünen, görünmeyen yaralar alır… Yaşadıkları travma ikisini farklı ve zorluk dolu kişisel hayat hikâyelerine adeta mahkûm eder. Fiziksel olarak ileriye, yani geleceğe akan hayat ırmağı yerinde durmazken, düşünsel hayat ırmağı geçmişe de götürür herkes gibi ikisini ve anımsadıkları, yaşadıkları, kendilerinden gizlenenler bildiklerinden, yaşadıklarından da derin ve acıdır. Bununla yüzleşmek öyle kolay ve katlanılır da değildir üstelik…
‘Ben, Nefise’ ile ‘Beklenen’in benzerliği kurgusal anlamda da aynı… İlkinin, geçmiş ve şimdi diyeceğimiz iki paralel kurgusu var ve Nefise’nin 70’inde başlayıp anlattığı şimdiyle, on ikisinden başlayarak anlattığı geçmişi 2019’un son gününde birleşir. Beklenen’de de şimdi ve geçmiş kurgusu var. Şimdi 15 Ağustos 2004’te; geçmiş de üç ay kadar öncesi olan 27 Mayıs 2004’te başlar ve Oya’nın annesi Nedret ile babasının hem kişisel hem de ortak hayat hikâyeleri etrafında gelişir. Şimdiyle geçmiş teknik bir hatadan dolayı her ne kadar yazılmamış olsa da 242. sayfanın başından itibaren, yani 15 Ağustos 2004’te birleşir. Hem yazarın hem de baskı öncesi son okumayı yapanın gözünden kaçan sadece bu da değil, benzeri ve farklı birçok maddi-manevi hata var romanda tabii ama yazarın akıcı dili ve her ne kadar kurgu olsa da sahicilik duygusu yaratıldığından romanı rahatça okutuyor… Bir de keşke aynı şeylerin farklı cümlelerle tekrarı olmasaymış demekten de alamıyorum kendimi. Filmciler, senaryoya sadık kalarak rulolar dolusu çekim yaparlar. Stüdyoya, kurgu ve montaj için girdiklerinde orta, normal ve uzun biçiminde süre belirlerler. O süreyi aşmamak için de gerektiği kadarını ekleyip filmlerini izleyiciye sunarlar. Yazarlar da buna benzer işler yaparlar, yapmalılar. Roman da olsa seçerek, tekrara düşmeyerek daha rafine metinler oluşturabilirler; oluşturmalılar. Okura güvenmeyip, ‘şu da, bu da olsun, şunu da bunu da tekrar edeyim’ demesi; bence yazarın kendisiyle ilgili bir sonuç. Oysa eleştirel ve ciddi okura her yazar güvenmelidir, çünkü her okur, yazarın fiziksel de zihinsel de kopyası değil maalesef.
Tüm bu benzerliklere rağmen ikisi de farklı romanlar. Geçmişin anlatıldığı bölümler okunduğunda, ister yaşanmışlıktan kotarılmış, isterse tamamen kurgu olsun hiç fark etmiyor Nedret gibi kadınların yaşamak zorunda kaldıkları. Çünkü sevgisizlik, anlayışsızlık, kıskançlık, şiddet sarmalı içinde yaşamak ve büyümek Oya ile Tekin gibi çocuklarda hem içsel hem de bedensel arızalar bırakması kaçınılmaz. Görünen, görünmeyen yaralarla baş edip kendisi kalabilmek, kendisi olabilmek de öyle kolay değil. Çünkü içine doğulan ortam, aile ve çevre bir biçimde kişileri biçimlendirir. Nefise, kendi seçimlerini yaparken, kimseye hesap vermezken özgürdür. Nedret ise içinde var olmaya çalıştığı ortamlara uymak zorunda kaldığından dolayı seçimlerinde yoğurdu bile üflemek zorundadır. Kadınlığını, anneliğe feda etmiştir. Oysa Nefise’lerin ve Nedret’lerin ‘şu mu, bu mu…’ diye seçim yapmaları yerine, kadınlığı da anneliği de birlikte yaşayabilecekleri bir gelecek için mücadele edilmeli…
Oya’nın, Tekin’in, Nedret’in ve her şeye karşın karısı Oya’yı mutlu etmek, eskiden kalma görünmez yaralarını da sağaltmaya çalışan Yücel’in (çokça idealize edilmişse de) ve diğerlerinin hikâyelerine tanık olmak, boşuna olmayacaktır…
edebiyathaber.net (23 Aralık 2022)