O sesle yaşadın günlerce gecelerce… Çınıltısı bakışlarınızın alevini taşıyordu. Kederli ânınızda bile kopmuyordunuz yaşama ışıltısından.
Bazen havai fişeği gibiydi sözleriniz, bazen içli. Duygu yüklüydü her haliniz. Kendini taşıyan bakışınızı sakınmadan yansıtıyordunuz duygularınıza.
- Öyle ki, aranızda durdurulan bir zaman var. Rüyası kabus, hatırlayışları elem. Yetindiren bir duygunun kapılarını kapayalı çok oldu. Şimdi sessizliğin diliyle kuruyorsun her şeyi.
Yağmur dinmiş, ortalığı bir serinlik sarmıştı. Doğa yıkanmanın huzurundaydı adeta. Verandadaydınız. Bir süre seyrettiğiniz yağmur ikinizi de susturmuştu.
Aranızdaki sessizliği; “yarattığımız zaman böyle bir şey,” sözün bozmuştu.
Soru soran bakışları üzerindeydi. Devam etmiştin:
“…bu da beklenen zamandı. Ve bununla gelen her şey yeni değil mi? Şu renk, görüntü, serinlik, tüm bunların bizi saldığı düşünceler…”
Bu sözlerini onaylarcasına gülümsemişti.
Onda yetinmeyen bir şey vardı. Aranızda her söylenen bir eksik kalırdı. Susarak anlatırdı bazen bunu da.
Bu kez öyle yapmamış, yerinden kalkarak içeri gitmiş elinde bir fotoğrafla dönmüştü. Dahası, kendisinin 18×24 boyutunda bir kartona yapıştırdığı bir resimdi bu. Elinde bir süre tutup, uzun uzun baktıktan sonra, resmi masaya bıraktı. Gökkuşağı belirmişti. Bakışlarını masaya, resme çevirince:
“Rembrant bize bakıp görmeyi öğretmiştir. O asıl bu çizgilerindedir,” diyerek resmin bulunduğu kartonu bu kez iki elinde tutarak kendince bir görüş mesafesi yaratıp uzaklaştırmıştı. Fısıldarcasına:
“Bakıp da görememek…İnsan içindeki çizgi çizmek hünerini ortaya çıkaramamak gibi bir şey…Birini seversiniz tutkuyla…Dillendirirsiniz de bunu. Ama göremez, çünkü hissedemiyordur. Görmek hissetmektir. Resimsizlik ah, insanımızı bu denli körleştirmiştir!”
Susmuştunuz gene. Çizgilerdeki o resmi biliyordun. Ama sen içinin çizgilerinden söz etmek istemiştin.
- Sonra, dönüp bir mektup yazmıştın “vefasız” diye adlandırdığına; şunları söylemiştin: Bir yapıt nasıl kurulur/oluşturulur? Bir üst-dil yaratmak çabamız biziyazı/yazmak eylemine sürükler.
Burada birkaç yönseme/çıkış noktası vardır:
- Okuduklarımız,
- Yaşadıklarımız,
- Çocukluk,
- Başkalarının yazdıkları,
- Yazma adına yola çıkarken edindiğimiz düşünceler,
- Duygu auramız.
- Bu anlamda yazı çoklu bir yolculuk. Bizden istedikleri kadar bizim de ona vereceklerimiz var. Ama her şeyden önce bir anlatıcının bazı söylemleri olması gerekir. Bu da, ilkten kendi portresine dönüp bakmasıyla mümkün. Hatırlayan iyi ressamları, çoğu otoportresini çizmiştir. Sorun kendinize: Neden?
- Sonra dönüp bakın kendinize; kimim ben, nasıl yaşıyorum, ne yapıp ediyorum; diye de sorun…
- Hayata karşı duruşum/eylemim nedir? Gibisinden sorularla yol alarak kendimize bakmak…Ki, bu da, yazıda ne yapıp yapamayacağımızı , yazıdan beklediğimizi anlatır bize biraz.
- Betimlemek mi, öykünmek mi?
- Öykülemek daha doğru. Kendine dönüklüğün ilk adımı. Kendini yazının öznesi kılmak. Kendini budayarak değil, çoğaltarak yazmak. Tıpkı Rembrant gibi çizmek yani.
- Unutulmamalı ki yaşamda karşılığı olan her şey insanın duygu ikliminde yer alır.
- Madem ki yola çıkıyoruz sessizliklerde, bize bu gerekir. Yazanın/düşünenin/çizenin özgürleşme yolu, yolculuğu da buradan geçiyor. Yazmak/çizmek hayatınızdaki belirsizlikleri ortadan kaldırır, size dünyanın belirsizliklerini öğrenme, bunlara dair bir şeyler söyleme bilincini aşılar.
- Tıpkı hayat gibi; aşkın da hem öznesiyiz hem de nesnesi. İşte şimdi oturup “Susarak Uzaklaşmak”ı yazabilirim. Ötede iki kişi, verandada oturuyordu. Aralarındaki sessizliği bölen bir resim vardı, az ötede yağmurla yıkanmış doğa. Birisi sızılardaydı “vefasız” dediğini hatırlarken; diğeri resme, adama ve doğayla bakıp konuşuyordu…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (9 Ekim 2018)