Bir katedrali inşa etmeye benzetirim bir kitabı kurmayı. Tek başına bir yazıyı yazmak yemek yapmak gibidir. Ama kitap bir inşadır. Her yönüyle tasarlayıp, planlayıp kurarsınız. Türsel yanı ne olursa olsun, kitap kurmak düşü, düşüncesi bir anda oluşmaz. Biriktirerek yol alırsınız. Bu nedenledir ki, işin tözü/aurası ne olursa nereden gelirse gelsin; zanaat yanı sizi katedral inşa ediyor olma duygusuna vardırır. Ben, yazıp yayımladıklarımdan daha çok tasarlayıp, kurup, üzerinde çalışıp, henüz yayımlamadıklarıma ait hissederim kendimi. Okura çıkıp giden kitap benim değildir artık. Unuturum, çok da dönüp ilgilenmem. Kendimi bir yapı ustası gibi yetiştirmek isterim kitabı yazıp kurarken de. Bu nedenledir ki yazıevimde çoklu masalarda çalışırım (*) Bunu asla bir fantezi olarak yapmam, işimin/uğraşımın gereğidir bu. İşte bu nedenledir ki, arşiv/kütüphane düzenine bağlı biriyimdir. Hangi konuda çalışırsam çalışayım, kuracağım kitabın bilgisini/duygusunu bana taşıyacak her şeye yakın dururum, giderim, alırım, gözlemi için yolculuklara çıkarım.
Elimin altı, masalarımın yanı, yöresi kalabalık, ama düzenlidir. Karmaşayı sevmem. Çünkü yoğunlaşmak için bu düzen/lilik kaçınılmaz. Dosyalar, defterler, bloknotlar, not kağıtları, irili ufaklı kitap okuma/çalışma sepetleri/kutuları … her çalışmanın, yazının kayda düşüldüğü dizin/konu defterleri ise gene masalarımdan birinin ucunda durur.
Edmund Husserl’in ardında bıraktığı notların 45 bin sayfa olduğunu okuduğumda şaşırmıştım. Sonra kendi not defterlerimi düşündüğümde aslında bunun hiç de abartılı bir rakam olmadığını gördüm.
Çoğunlukla elle, defterlere yazarım. Bilgisayar benim için son işlemcidir. Bir kitabın defterde kurulma, sürdürülme düşüncesini severim. Çünkü, yeri geldiğinde onu her yere taşımayı, üzerinde çalışmayı severim.
Bu anlamda güne/geceye dönüktür yüzüm. Bu iki zaman diliminin çalışmaları farklıdır. Üzerinde çalışılan kitabın zamanı, çağrısı, enstrümanları farklıdır. Ama sürekliliği sağlamak, yoğunluk içinde bunun üzerinde çalışabilmek için tutku havuzları yarattığımı söyleyebilirim. Sürekli okumalar, notlar almaların yanı sıra çizimler/resimler yaparım. Çini mürekkebi, suluboya bir dünya keşfidir benim için. O çizimlerde yakaladığım imgeler zihnimi açar. Yaratısal metinleri önce resim olarak görmeye başlarım.
Şu an üzerinde çalıştığım Maşatlıkta Kuş Sesleri çocukluğumun imgeleri ile bezeli. Orada cinlerle konuşan teyzeyle, Tehcir’e tanık anneanne, bir peri kızına âşık dayı ve bir çocuğun gözüyle geçişli zamanların anlatımı vardır. Ama tüm bunlar beni, birer resim olarak gelip bulmuştur önce.
Bunları kurarken esin metinlerine de yüzümü döndüğüm olur. Üflenen nedir oralardan bilemem ama açıp bu metni/kitabı okumak; pantolonunun paçalarını çevirip billur gibi akan derenin suyuna adım atmak gibi, ya da bir çeşmeden serinletici bir avuç su içmek gibidir…
Ya da karın yağışının çağrıştırdıklarına bakmak gibidir o satırların arasında gezinmek. Ne anlatıldığına bakmazsınız, sadece sözcüklerin fısıldayışına kulak verirsiniz.
Maşatlık anlatısını yazarken dönüp okuduklarım, gidip gördüklerim kozmik bir anlatıcıyı çıkardı ortaya. Öyle bir anlatıcı ki, Tanrı – anlatıcı’dan da öte bir bakışı/donanımı kuşanan…
O dolum süreci sonrasında kendi ıssızlığıma çekilip defterin sayfalarında gezinen kalem hışırtılarını duyarak; hiç bir kitaba, nota, bakışa dönmeyerek, yalnızca o tınının ezgisi olabilecek Haçaturyan ve Bela Bartok melodileri arasında gidip gelerek yazmaya yöneldim Maşatlıkta Kuş Sesleri’ni.
Çünkü bu, kendi içimden çıkan bir anlatıydı. Çocuklukta saklı imgelerde duranı görebilmek için o “yitik cennet” ime doğru bir yolculuğa çıkmıştım. Babamın gençlik arkadaşı karşılamıştı beni. Evlerinin az ötesindeki Maşatlığı sormuştum, gülerek evinin bahçe duvarlarını göstermişti. Ona bir iki şey sorup, söyleyip ayrılmıştım. Çarşıda, dağ mantarları satan bir pazarcının tezgâhının önünde durmuş; elime aldığım mantarı koklamıştım. Diğer bir alıcı beni uyarmıştı. “Bey, bu et değil ki koksun” diyerek. Satıcı gülümseyerek gözlerini kırpmıştı bana; “Bu çocukluğumun kokusu” dediğimde.
Gidip bir kahvede oturup anneanne ile torunun ilk kır gezintisini, “mantar avcılığı”nı kaleme almıştım. Sonra teyzenin, dayının öyküsü, “Tehcir”e tanık gözlerin anlattıkları ve çocuğun büyüme öyküsü çıkmıştı karşıma.
Farklı türlerde yazmak
Farklı türlerde yazdığım için her birinin kurulup yazılma biçimi farklıdır.
Bir üçleme olarak kurduğum kitaplarımın ilki “Montaigne: Gölgesi Kalemimin Ucunda” birikerek/giderek/ okuyarak oluştu. Bir bölümünü gidip Bordeux’da yazdım Montaigne’nin şatosunu gezip gördükten sonra.
Elias Canetti için Rusçuk’a, Zürih’e gittim. Italo Calvino için Linguria’dan başlayıp San Remo, Torino, Milano, Roma hattında gezindim. Paris Bir Yalnızlıktır’ın tümü neredeyse Paris’te yazıldı.
Giderek yazmayı seven biri olduğum için; özellikle denemelerime oralarda yurt arar, dilini de öyle kurarım.
Artık son noktasını koyduğum Hassas Kalp Hikâyeleri girdiğim öykü dönencesi zamanlarında yazıldı. O öyküleri yazabilmek için başka bir zihin haritası açılıyordu önünüzde. “Hadi, oturup bir öykü yazayım” la oluşacak gibi değil. Daha çok yaşamak/hissetmek/okumak ve insandan insana, metinden metine, yerden yere gitmekle ilgilidir bu.
Üzerlerinde çalıştığım “Kaplıcada Son Yaz” üçlemesi (Sandım ki Göğün Cennet, Dünyayı Saran Sessizliğin” ve “Arzen’de Zaman) romanları ise upuzun bir yolculuk gibi gelir bana. Başlayan ve süren … Türkiye’nin zamanının, büyük bir fotoğrafın, benim gördüğüm karelerine yansıyan izdüşümleriyle anlatımı… Birkaç kuşağın ve sürüklenişimizin bırakılmışlığımızın, giderek hiçleşmemizin öyküsü var orada.
Roman yazmak bambaşka bir deneyim. Üzerine çok konuşmadan kendi kuyularında yazmayı/çalışmayı gerektiriyor. Sabır/disiplin/yoğunluk olmazsa olmuyor.
Aslında her bir kitabın yazılma/kurulma öyküsü çok ilginçtir. Bana öyle gelir en azından. Yazdığım roman günlükleriyle birlikte, birkaç kitap çalışmasının (Adalet Ağaoğlu, Emre Kongar, Erhan Bener söyleşi kitapları) günlüğünü tutmuştum. Hatta biri sürerken, bir de “Biyografik Roman” yazmıştım. Çünkü ondan bana yansıyanlar, bir yazarın ortaya çıkışı daha ilginç gelmişti.
İyi bir yazı deneyimi idi bu. Yayımlama gereğini duymadım. Ama eminim ki ileride yayımlanacaktır.
Bir başka deneyim de Oğuz Atay biyografik roman çalışmamdır. Atay’ın yakınındaki birçok kişiyle konuşup, onların anlattıklarıyla bir Atay okurunu anlatıda buluşturmuştum.
Bu çalışmaların kotarılması/hazırlığı/ seyri bir kaç satırda anlatılacak gibi değil. Herbirini ayrı bir yazı konusu etmek gerekecek. Özellikle bunların hazırlık/görüşme, araştırma sürecinde yaşadıklarım çok daha ilginçtir.
Öyle ki, Yaman Koray ile annesi Mebrure Alevok’un yazılmayı bekleyen “Biyografik Roman”ı elimde biriken malzemeyle çağrı yapıp duruyor bana. Ama bu tür çalışmalarda bir şeyleri göze almak gerekiyor. Üstelik yayımcılığımız da henüz yazarı bu konuda destekleyecek düzeyde ve birikimde değil ne yazık ki. Çünkü günümüzde bu tip çalışmalar ister istemez bir projeye dönüşmek durumunda kalıyor. Birçok aşaması olduğu için hazırlık sürecine başka insanları da katmamız gerekiyor.
Özellikle söyleşi ve biyografi kitaplarını kurarken bunun artık bambaşka bir seyirde, biçimde ve birikimde yapılması gerektiğini gördüm.
Bir kitabı kurmak her şeyden önce tutku ve enerji gerektirir. Ruh ve zihin alevi de demeli buna. Çünkü eninde sonunda yaptığınız zihinsel/duygusal bir yolculuktur.
Bu nedenledir ki; birçok çalışmayı bazen tek bir kitabı kurmak için yaparsınız. Ötekiler yarım/eksik bir köşede kalır veya günışığına da çıksa, siz bilirsiniz ki tüm bunlar o “asıl kitap”ı yazmak/kurmak için bir “bahane” gibidir.
Siz hala o kitabı yazmak uğruna gece gündüz tezgâhınızda uğraşır durursunuz.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (19 Ocak 2021)