Ergün Altan’ın, anadolukedisi.com sitesinde yayımlanan, öğrencilerine yazdığı mektup çok konuşuluyor. İşte o mektup:
Sizi düşünüyorum çocuklar… Adınızı, sesinizi ve yüzünüzü unutmuş olabilirim; bağışlayın beni lütfen. İhtiyarladım, evet; bir ağaç gibi, bir sazlık gibi, bir nehir gibi ihtiyarlamak isterdim oysa. Üzgünüm, gitgide dalgınlaşarak, solgunlaşarak, ölgünleşerek nihayetleniyor ömrüm.
Büyük ünlü uyumunu, ondalık sayıları ve Hun İmparatorluğu’nu ben de hatırlamıyorum artık sizler gibi. Birbirimize kelimeler fısıldayıp, o kelimelerden anlattığımız hikâyeler serpiliveriyor düşlerime bazen. Uzak köy yollarındaki kış hikâyelerisiniz beni gülümseten, ağlatan ve çocuksulaştıran hâlâ.
Kara tahtaya bir kedi çizmişti biriniz ve o anda açık pencereden bir kedi girivermişti sınıfa. Ah, ne çok sevinmiştik değil mi? Beslenmenizi paylaşmıştı her biriniz o kediyle; dünyanın en güzel, en bereketli, en zengin sofrasında buluvermişti kendisini can kedimiz.
Hasta olduğunuzda, annenizle, babanızla bir başucunuzdaydım ben de. Tasalandığınızda, korktuğunuzda, karamsarlaştığınızda avucumun içindeydi minicik elleriniz. Küçücük avlularda bambaşka oyunlar kurardık ve ben öğretmeniniz olduğum kadar oyun arkadaşınızdım en çabuk yakalanan, en kolay sobelenen ve her daim ebe olan.
Kedilere açtık yüreciğimizi sizinle. Kediler ve biz, birbirimize nasıl da iyi gelirdik, nasıl da yoldaş olurduk… Karakışlarda sınıfımıza alırdık o güpgüzel canları; sobanın yanı başına sokulurlardı bizimle bir. Bir kedinin bir sürü ismi olurdu bazen. Nasıl istiyorsanız öyle seslenirdiniz kedilere; dilediğiniz isimlerle, incelik dolu sevecenliğinizle…
Hanginizin babası Almanya’da çalışıyordu? Yıllık izninde köye gelmişti de, Behrengi’nin “Küçük Kara Balık” kitabının Almanca baskısını getirmişti. Kitaplığımıza koymuştuk o kitabı; sırayla kitaplıktan alıp evinize götürdünüz Küçük Kara Balık’ı. Ailenize, komşularınıza gösterdiniz, “Alman çocuklar Küçük Kara Balık’ı bu kitaptan okuyorlarmış” dediniz.
Bakın, unutmadığım şeyler varmış daha. İhtiyarladım ve ihtiyarladıkça daha da kalınlaştı gözlük camlarım. Kitap okuyamıyorum artık. Okuyamadığım kitapların sararmış sayfalarını okşuyorum usulca. Dostoyevski’nin, Cengiz Aytmatov’un, Sait Faik’in ve nicesinin satırlarını, betimlemelerini, can’a yakın, doğayla, evrenle bütünleşmiş o güzelim emeklerini duyumsuyorum.
Belki son seslenişim size çocuklar… Her biriniz ayrı şehirlerde, ayrı iklimlerde, ayrı coğrafyalardasınız belki. Şunu unutmayın ki, yüreciğimin coğrafyasında, bir köy okulunun odadan bozma sınıfındaki gibi bir aradasınız. Gözüm az görüyor olabilir; biliyorum ki, emekten, vicdandan, barıştan yanadır duruşunuz. Ellerim titriyor çoğu zaman ve yürümek hayli güç benim için. Sizi, size dayatılan sınırların, yolların kuralların dışında yürürken düşlüyor, düşünüyor ve gurur duyuyorum sizinle.
Öğrencim olmanız beni çok mutlu etti çocuklar. Farkında değildiniz ama ben de sizden çok şey öğrendim ve ben de sizin öğrenciniz oldum. Nerede olursanız olun, ne kadar uzakta olursanız olun, uzağımdaki yakınlık, can hali ve biricik özlemlersiniz…
Sizi düşünüyorum can buğularım; kedileri severken siz, hatırıma o dupduru güzelliğinizle geliyorsunuz en çok. Bir mektup yazmak istedim size, son bir mektup… Adınızı, sesinizi ve yüzünüzü unutmuş olabilirim; bağışlayın beni lütfen. Uzun, uzak yollar ardında gizli öznelerimi anımsattı bana eski zamanlar.
Üç kelimelik bir çoğul aşk’tır benim ömrüm; çocuklar, kediler ve kitaplar…
Yazan: Ergür Altan
Fotoğraflar: Cihan Özbay, Gülşah Gözaçan
edebiyathaber.net (6 Aralık 2017)