Güç, sahip olduğunda bir ayrıcalık yaratır insana. Elinden yitirdiğinde ise artık o eski senin bir değerli kalmaz geriye. Üstelik sana değer verenlerin elinde bir maskara, bir oyuncak oluverirsin. İşte mutlak güç sahibi padişahların da yazgısı budur tahttan düşürüldükleri vakit.
Tam otuz üç yıl sürdüğü hükümdarlık döneminde Osmanlı topraklarındaki tüm tebaaya yaşattığı istibdat ile hükmetmiş bir imparatordan söz ediyoruz. Kimilerine göre Kızıl Sultan, sevenleri için ise Ulu Hakan… O Abdülhamid.
Kaplanın sırtındaki bir padişah. Yönettiği halkların, düşmanlarının birbiriyle mücadele etmesini sağlayarak kendisine yeni alanlar açmayı bilen zeki bir yönetici. Payitahtın mutlak sahibi Abdülhamid’i anlatan birçok akademik makale, tez, tarihsel çalışma okuduk. Yabancı birkaç eserde de yine padişahın hayatından söz edildi.
Ancak şimdi karşımızda kalemini Yaşar Kemal’den ödünç almış bir yazardan Ömer Zülfü Livaneli’den özgün bir çalışma var. Yazar, Kaplanın Sırtında İstibdat ve Hürriyet adlı son kitabıyla sadece edebiyat severlere değil tarih meraklılarına da okuma olanağı sunuyor.
Kardeşimin Hikayesi, Son Ada, Leyla’nın Evi kitaplarıyla sürpriz sonlu eserler yaratmış Livaneli’nin bilinen bir hayat öyküsünü kurgulamış olması klasik Livaneli okuyucuları için çok büyük bir heyecan yaratmayabilir. Buna karşın tarafsız bir bakış açısıyla neredeyse kimi sayfalarda Abdülhamid ile empati kurmamıza neden olan yazar, daha önce alışmadığımız bir deneyime de sürüklenmemize kapı açıyor.
Bir doktorun, Askeri Hekim Atıf Hüseyin Bey’in hatırlarından yararlanılarak yazılan kitap yer yer biyografik bir metin okumasına, yer yer tiyatro perdesindeki iki kişilik diyaloglarla kurulu bir oyuna dönüşüyor.
Padişahın ruhsal çözümlemelerine girişilen cümlelerde özellikle öksüzlük ve yalnızlık temaları üzerinden okura padişahla empati kurmanın yolu gösteriliyor. Yıllar sürmüş baskıcı rejimde halka yaşattıklarından çok bu yaptıklarının nedenleri, padişahın Batı’ya özenmesine karşı elini kolunu bağlayan ulemadan dem vurulması bazı okurları biraz kızdırabilir.
Bunun yanı sıra padişahı Ulu Hakan olarak gören bir kesim için de aynı hayal kırıklığı söz konusu. Çünkü kitapta Abdülhamid’in içki içmesinden, batı hayranlığından sıkça söz ediliyor. Örneğin kitapta geçen şu cümleler konuyu açıklar nitelikte: “Amcam, ağabeyim ve ben ilk kez gittiğimiz Avrupa ile mesafenin çok açılmış olduğunu, yetişilemeyecek kadar çok açılmış olduğunu gözümüzle gördük. Fabrikalar, vızır vızır geçen trenler, geceyi gündüze çeviren lambalar, kadın erkek beraber yaşanılan, çalışılan aydınlık, temiz şehirler…”
Livaneli, kitabıyla ilgili bir söyleşisinde “Ben iyi bir roman yazmak için yola çıktım.” diyor. Bu gerçeği de göz önünde bulundurarak okuduğumuzda kitabın edebî derinliğini yer yer sorgulayabiliriz. Çünkü daha önce yoğun tasvir gücüyle bizleri etkisi altına almış Livaneli’nin cümleleri, çoğu yerde kısa kesmesi ya da on sayfa önce okuduğumuz bir cümlenin benzerini yeniden ortaya koyması biraz can sıkıcı.
Yazarın sesini duyduğumuz kimi ifadeler ise Livaneli’nin o tanıdık şiirsel üslubunu sevenler için ayrı bir lezzet. Keşke bu tür ifadeler kitabın geneline hakim olsaydı diye düşünmedim değil.
Kitabın belki de en can alıcı cümlesi aslında her şeyin özünü veriyor okura: “Şah da olsan padişah da olsan öksüzlük boynundan düşmüyor.”
Öksüz ve yalnız bir padişahın, kendini tarih önünde haklı kılmak için verdiği demeçlerin kurgusal bir metinde nasıl vücuda geldiğini okuduğumuz kitap, Türk edebiyatında belki de farklı bir soluk olarak yerini çoktan aldı bile.
edebiyathaber.net (15 Temmuz 2022)