E.M. Forster daha çok romanlarıyla ve Roman Sanatı adlı kuram kitabıyla tanınır. Yazarı kendi döneminin yazarlarından ayıransa, ne eskiye ne de yeniye teslim olmaması. Viktorya dağının tepesinde, modernizm dağının eteğinde yaşamış Forster. Viktorya dönemim çirkinliklerine de karşı, bu çirkinliklere tepki gösterip, güzelin yani estetiğin yanında yer alıyormuş gibi yapıp, mevcut çirkinlikleri besleyen modernizme de. Özellikle de bilim ve düşünce yoluyla zihni beslerken, hep ileriye gitmeyi düşünürken, zamanla yarışan insanlığa sesleniyor dağların eteklerinden: Peki ya bedeniniz? Gerçeği kavramanın en güçlü yolu olan, duyması, dokunması gereken, yaşamı yaşamdan alıp düşünceye aktaran bedeniniz? Onu nereye saklayacaksınız?
Forster zihinle bedeni karşı karşıya koymuyor elbette. Sağlıklı bir zihnin, düşünme eyleminin bedenin temasıyla, eylemiyle mümkün olduğunu düşünüyor olmalı. Belki de bu düşüncelerini en iyi öyküleri yoluyla anlatıyor. Evet öyküleriyle… Romancı Forster değil bu yazının konusu. Öykücü Forster. Dünyada öyküleri iyi biliniyor üstelik. 1909 yılında kaleme aldığı “Makine Duruyor” öyküsü, H. G. Wells’in ilerlemecilik ve medeniyet takıntısı üzerinden kurgusal bir hiciv. Makinenin yönettiği dünya resmi. İnsanların sadece ekranlardan birbirini gördüğü, birbirine dokunmadığı, sevgiyi ve pek çok duyguyu unuttuğu, en mühim dertlerinin zihinlerini yeni fikirlerle doldurmak olduğu Makine düzeni, diğer yandan günümüz internet ağlarına, evden çalışma yöntemlerine, fiziksel uzaklığa, mekân algısının ağlar üstünden tekleşmesine ve tektipleşmesine de göndermeler içeriyor. Öykü 20. yüzyılda henüz yazılmamış pek çok distopik metne besin sağlıyor. Ama bu yazıda Fortser’ın modernizme ve ilerleme dürtüsüne yönelik en ciddi ve bilinen eleştirisi olan bu öyküden değil, tersine bu ve diğer öykülerini sarmalayan “Bir Paniğin Öyküsü” metnine odaklanacağım.
“Hemen hemen her şeyi anlıyorum (…) Ağaçları, tepeleri, yıldızları, suyu, hepsini anlıyorum. Ama ne tuhaf! İnsanları hiç anlamıyorum. Ne demek istediğimi anlıyor musun?” [1]
Öykünün odağındaki kişi, Eustace söylüyor bunları, Pan’a dönüştükten az sonra. Öykünün adında geçen “panik” kelimesinin Pan’dan geldiğini biliyoruz zaten. Peki Forster’ın Pan’la işi ne?
Pan, Yunan mitolojisinde kırın/kırsalın tanrısı diye geçer. Bu yanıyla Pan doğayla bağdaşır. Zamanla bu bağ -yarı keçi yarı insan suretinde tasvir edilmesiyle- ürkütme çabasına dönüşür. Pan paniğin tanrısı oluverir. Çünkü o, kırlarda dolaşan insanların önüne aniden çıkar, çifte görüntüsüyle insanları korkutur. Kısacası o da malum bir ötekidir artık. Genellikle flüt çalan bu ergen çocuk, çığlıklarıyla da tanınır. Aslında bunu bir tür kendisini savunma eylemi gibi okuyabileceğimiz gibi, çığlığı, olan biteni anlamayan birinin biricik anlatma/isyan yöntemi de sayabiliriz. Hermes’in oğlu Pan, sakaları ve boynuzları olan insan yüzlü bir biçim aslında. Tanımlanışıysa dünyevi arzular üzerinden. Cinselliğin ve hazzın simgesi diğer yandan. Pan, dans ederek, şarkı söyleyerek, kahkaha atarak, bedenine kulak vererek yaşayacağına, güç ve iktidar peşinde olan, rekabet eden, doğadan kendini ayıran, zihne yatırım yapan ya da öte dünyada cenneti düşlemek gibi isteklere kapılan insan soyunu anlamaz. Pan tam da bu noktada insanın içinde yaşayan, var olan, bastırılan her duygunun/arzunun timsali haline gelir. Bu keçi insanın görmezden gelinen öteki yüzünün yerini bilen her insan, bu yüzün söylemine teslim olmaktan ürker. Panikte burada başlar. İnsanları anlayamamak da…
Forster’ın 1904 yılında yayımlanan bu öyküsü, elbette antik çağa duyduğu ilgiyle alakalı. Fakat biraz araştırınca bu ilginin o dönemde sadece Forster’a has olmadığını görüyoruz. İnsana bir doğa uydurarak iki yüzlü cennetini kuran modernin, 1800’lerin sonu ve 1900’lerin başında kafayı erkek ergen çocuklara taktığını biliyor muydunuz? Patricia Merivale’in[2] incelemesine göre, Pan 1890 ve 1918 yılları arasında İngiliz düzyazısında sık görülmeye başlanır. Esasında iyiliksever ve aşkın bir figür olan Pan, daha çok karanlık bir karaktere dönüştürülerek dramatikleştirilir. Keats benzeri romantikler, “Pan bize, ormanlarının vahşi doğasında sevgi ve barış içinde yaşamayı teklif edecek,” der. Oysa geç Viktorya döneminde Pan, D.H. Lawrence gibi yazarların çalışmalarında görülür ve genelde ahlaki açıdan kararsız, vahşi ve tehlikeli bir figür haline gelir. “Yarı keçi ve yarı tanrı olma paradoksu,” diye belirtir Merrivale, “doğanın tam merkezinde yer alır.” Pan’ın evrenselle aşkın doğa vizyonlarını birbirine bağlayan bir eşik karakter olduğunu işaret eder. Aldous Huxley’den de destek alır. Huxley’ye göre Pan, “insanın bilinçli zihninin sınırlarının ötesine uzanan ötekiliğin karanlık mevcudiyeti”dir. Pan’ın, bilinçli, rasyonel ve düzenli yaşamımızı bozmak ve karıştırmak için bekleyen, sürekli gizlenen bir varlık olması vizyonu, Pan’ı kurguda güçlü bir temaya dönüştürür. Dahası homoerotizm açısından da Pan, bir dizi on dokuzuncu yüzyıldaki ve yirminci yüzyılın başlarındaki yazarlar için yasadışı ilan edilmez de, erkek güzelliğinin ve arzusunun kilit temsiline dönüşür. Bu anlamda sık sık klasik mitolojiyi kod olarak kullanır yazarlar.
Fortser tüm bu temalara ve simgelere yakın bir yerde duruyor. Yanı sıra, Türkçede toplu öyküleri olarak yayımlanmış, aslında iki öykü kitabının birleşimi olan Cennet Dolmuşu’nda yer alan diğer öykülerle buluştuğundaysa bu tema, mesele “insanın bir doğası var mı?” türünden özcü yaklaşımı da tartışmaya açıyor. Her şeyin bir ve bütün olduğu, düşüncenin sahiden yaşadığı, ikiliğe düşmemiş antik Yunanla bağ kuruyor yazar. İleriye gitme ve durup dinleme arasında ontolojik bir tercih yapıyor. Durmamayı varoluştan uzaklaşmanın bir yolu sayıyor.
“Bir Paniğin Öyküsü”nde Eustace’in dönüşümü -durmanın, uzanıp izlemenin, beklemenin, kendini izole etmenin yardımıyla- incelikle örülmüş bir cinsel uyanış hikayesi aslında. Forster, Pan’dan da yardım alarak çekici olan, bu yüzden aynı zamanda tehdit yaratan dönüştürücü bir erotik “öteki” ile karşılaşmayı anlatıyor. Ani, güçlü ve yıkıcı hazzın uyanışı, ergen genç Eustace’in en yakını Gennaro’nun olaya dahil olmasıyla sınıfsal sınırları da bulanıklaştırıyor. Eustace ve Gennaro arasındaki dostluğa doğa ses çıkarmazken, İngilizlerin adabı muaşeret kuralları karşı çıkıyor. Çünkü hem Eustace’in dönüşümü hem de Gennaro’yla yakınlığı yeni sınıfsal dünyanın kurallarıyla çatışıyor, yeni insanın inşasında soruna yol açıyor.
Eutace’in eğitilemezliğine sürekli vurgu yapan anlatıcının tek derdi ona çekidüzen vermek. Ama ona ne zaman yaklaşsa karanlığa hapsettiği öteki yüzü, insanın uygarlıkla çatıştığı tarafı devreye giriyor. Anlatıcı çok uğraşsa da Eustace’den etkileniyor. Fortser’in pek çok öyküsü sonunda bir “kurban” veriyor. Tam da bu yüzden bu öyküde de bir kurban seçiliyor. Kimin kazandığıysa belli. Sınıflı toplumun devamı için kimin feda edildiği de. Her ne kadar Nietzsche’nin “Tanrı Öldü”sünü çağrıştıran, “Pan öldü!” haykırışını duysak da öyküde, Pan’ın ve paniğin sürdüğünü anlıyoruz. Çünkü asıl trajedi dünya…
İki ayağı iki ayrı dağa basan Forster sahiden neye inanıyor peki? Öyküleri ne istediği konusunda yazardan daha kararlı görünüyor, eğer öyküyü yazarının bilinçdışı gibi okuyacaksak. Tekrar soralım? Forster neye inanıyor? Pan’ın ölmediğine mi, öldüğüne mi? Kalmışsa doğaya dönmeye mi, yoksa verili olanı kabul etmeye mi? Frederick C. Crews agnostik yazar diye tanımlıyor Fortser’ı. Yazarın İki Tezahürat adlı kitabındaki şu sözleri anıyor:
“Benim mottom şudur: ‘efendim inançsızın tekiyim ben -imansızlığıma destek çıkın.”[3]
“Bir Paniğin Öyküsü”nün
altmetnine serilmiş inancı görmezden gelelim biz de öyleyse, yazarın imansızlığına
sahip çıkalım…
[1] “Bir Paniğin Öyküsü”, Cennet Dolmuşu, E.M.Forster, Çeviri: Roza Hakmen, İletişim Yayınları, 2020, s.65
[2] Pan the Goat-God (Harvard Studies in Comparative Literature, Patricia Merivale, Harvard Univercity Press
[3] E.M. Forster’da Hümanizmin Tehlikeleri, Frederick C. Crews, Çeviren: A. Kadir Gülen, Notabene Yayınları, 2020, s.24
edebiyathaber.net (9 Nisan 2021)