“Her algı, ya mevcut olduğu düşünülen bir şeyin ya da sadece bir özün algısıdır. Kurgular da genellikle mevcut olduğu düşünülen şeylerle alâkalı olarak meydana gelir..”
-Ezra için
Size, ‘elinden tutun günü’ diye bir şarkı mırıldanmak isterim şu ân. Gözlerimi alan ışıltıların seyrinde yol alıyorum. Uzaktan, renklerinin alaşımı gözlerimi alıyor günebakanların. Sevdiğiniz bir günün, yerin seyrindeyim anlayacağınız.
Bir mola yerindeyim. Spinoza’nın “aklın ıslahı” üzerine yazdıklarına göz atıyorum. Önceki gece, yola çıkmadan, “Parça ve Bütün”ünü okumayı sürdürmüştüm Werner Heisenberg’in. Günbegün bize endişe veren zamanın dilini öğrenmek için miydi bütün çabam bunu sorguluyordum bir yandan da.
İçimdeki ses, ‘mutluk belirsizlik içinde yaşadığımızı nereden çıkarıyorsun,’ diyordu. Hep tartışadurduğumuzdu.
Althusser’in “Tutsaklık Güncesi”nden bir cümlesini hatırlıyorum şimdi: “İnsana meydan okumak duraksatıcı: Sizin içyüzünüzü açığa çıkarabilir!”
Dönünce göz atmalıyım hem bu yazdıklarına, hem de “Gelecek Uzun Sürer” özyaşamöyküsüne.
Marc Augé’nin “Yaşsız Zaman”ındaki denemesi “Otobiyografi ve Kendi Etnolojini Yapmak”ı okurken de öyle bir deneme yazmaya yöneldiğim zamanları düşündüm. “Çocuklukta Saklı İmgeler” adıyla bir özyaşamsal anlatının fragmanlarıydı her bir yazdığım. Sonra bir ürküntü dolandı kalemimin ucuna. Yani “her şeyi itiraf” edebilir miydik böylesi anlatılarda. Ya da öyle mi almalıydı özyaşamsal anlatıları? Sonra da sustum. Siz karşıma çıktığınızdan beri, bana eşlik eden anlatıcıları daha bir seçer oldum bu yönde. Öyle ya, sesim size ulaşsın istedim hep.
Şimdi, burada, şu yolağzında günebakan tarlalarının seyrindeyken bir dostumu hatırladım. Onunla Çatalca’ya, çocukluğunun geçtiği yerlere gitmiştik. Yıllar sonra dönüyordu oraya. Bu düşünü gerçekleştirdiğime çocuklar gibi sevinmişti. Çocukluk düşlerini büyüttüğü evin yerinde durması onda buruk sevinçler yaşatmıştı. Sonra Mübadele Müzesi’ni gezip, bir çayhanede karşılıklı çaylarımızı yudumlamıştık. Nicedir haber alamıyordum kendisinden. Elimin bir türlü varmadığı facebook sayfasına göz atınca, onu bir zaman önce trafik kazasında kaybettiğimizi öğrendim. Oysa, bu âna kadar yaşıyordu o bende! Belki günebakanların aklına uyup hatırlamasaydım hâlâ da yaşıyor olacaktı bende!
Hayat ve zaman öyle bir şey… Ona dair son rüyamı hatırlamıştım bir ânda. Kalp pilinden şikâyeti vardı; ‘her ân telâşla yaşadığımı hatırlatmak zorunda mı,’ demişti o kadim gülüşüyle.
Öyle ya, rüyalarım beni bırakmadığına, orada başka bir hayatın varlığı kendini sürdürdüğüne göre…
Daha önceki gece izlerken buruk bir gülümsemeyle hatırladığım nice şeyi getirip belleğime taşıyor “Kelebekler” filmindeki o kara mizahın gücü… Hayata biraz da nerede durup nereden baktığınızla ilgili bir dolu soru/sorgu yaşamın tözünü var edenlere eleştirel bakabilme yetisini bize hatırlatması…
İtirazsız yaşamak olur mu sonra?
Kanıksayan insan her dem kendini sıradanlaştırır. Alışkanlıklarının tutsağı kılar benliğini ve ruhunu. Öyleyse gitmeli aklın sorgusundaki her bir şeyin üzerine.
Okuma bilgisiyle yaşama bilgisini buluşturmayı bunun için seçmiyor muyuz? Peki ya o gitmelerimizi… Kendi patikamızı açıp yol alabilme arzumu besleyen nedir ki?
Şimdi bana diyeceksiniz ki, “aşk”! Bir başına, ya da siz iki başına deyin, gene de yavanlıktır iki sesin birbirine teslimi.
Özgürleşen aşklar gerek bize. Çünkü yaşam bunu istiyor bizden. Aklımızı tutsak eden her şeye karşı olmak varken neden götürüp bunu herhangi bir şeye, bir karanlığa teslim edelim.
İtirazı olan insan özgür insandır. Dahası kendini buna hazırlayıp yol alandır.
Gitmeyi seç, çünkü yaşamanın rengi oradadır. Bir yere, birine, bir sıradan arzuya teslim olduğunda canının ilmiği o tutsak ruhun elindedir unutma.
Şimdi sana, bilgece sözler edecek değilim sevgili okur. Madem ki yola düştüm, size de şimdiki yol arkadaşlarımdan söz ediyorum, buradan devam edelim sözlerimize yol boyunca…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (6 Ağustos 2019)