“Günlük deneyim içsel yaşamın şaşırtıcı bir çöküşünü gözler önüne sermektedir. Kimin bugün hâlâ bir ruhu var?”
Julia Kristeva
1./ “Az budala!”
Çoğaltıyorum sesimi bu sessizlikte.
Ötede kaldı göç mevsimi, biliyorum. Avutucu bakışların uzağında, zamansızlık burcunda geziniyor dilim.
Esrime nöbetlerini unutalı varmıyor bakışlarım başka bir söze, başka bir iklime.
Altüst olma, durulma çağını anlatıyor yorumcu. Teoride, bir hayatın uzağında yaşıyoruz artık. Albenili gelen her şey sünger gibi çekiyor ruhumuzu bedenimizi.
Daralan günün hesabında her söz. “Göz boyuyorsunuz,” deseniz de; sizi suçlayan edayla rüzgârını estirmekten yana yaban dil.
Belki de bundan, aldırmıyoruz küresel ısınmaya, suların yükseleceğine, ayağımızın altındaki toprağın daha çok kayıp gideceğine…
Zamansızlaştırıyoruz kendimizi.
Yalanlar avutucu oluyor bazen! Unuttuğumuz düşlere dönüyoruz kimi zaman da.
“Sesin benimle…”
“Okuduğun kitaplayım…”
“Gözlerindeyim…”
Her biri “yeni yalan zamanlar”ın nidasına dönüşüyor besbelli.
Durduğumuz yer, unuttuğumuz yer aslında. Kendimizi nasıl belleksizleştirdiğimizin farkında bile değiliz.
Kendi yalanında yeşerirse insan, budalalık çarşısında işte böyle yer bulamazsınız!
2./ Duygu kavşağında
Hatırladığı bir kokuydu, taşıyıp getirdiği. Mevsimi gelince arayışına çıkardı. Bahçe kıyılarından geçmez; taş duvar diplerine, suyun gölgeli yerlerine bakardı.
“Neydi bu bekleyiş,” diye sormazdı kendine.
Ertelenen her bakışın acı sağanağı getirdiğini şimdi kime anlatmalıydı?
Rastlantıları öğütlüyordu bir film.
Çağın insanı karşılaşmalarda görebiliyordu kendini yalnızca.
“Sen benim son şansımsın,” deyip; kendini kavşaktan döndüren kahramanın hayat beklentisine bakmıştı bir süre.
Çözülme bir neden aramıyor, aykırı duruşu kışkırtan sürüleşmeden söz edip durmuştu dostuna.
“Yani, hazır mıyız her ân gitmeye,” diye sormuştu, onu tanıyan bakış.
“Kalmak ufalıyor,” diye yanıtlamıştın onu.
“İçerde olmayı seçersen eğer, bazı şeyleri göze alacaksın,” diyerek kestirip atmasını onun “genişliği”ne vermişti.
3./ Kopuş mu, bağlanış mı?
Yineleyip duruyordun, “her kopuş bağlanıştır” diye.
Şimdi genç insanların gidiş öykülerini anlatan kitaplarla baş başasın. “Yeni zaman göç öyküleri” diyordun ya, işte bunları anlatıyor her biri: “Yeni Ülke Yeni Hayat”, Bahar Çuhadar; “Ne Oralı Ne Buralı”, Işıl Öz; “Bu Ülkeden Gitmek”, Gözde Kazaz/H. İlksen Mavituna.
“Uzak ülke” yaratmak için gidilen yerler miydi seçilenler, bunları da not ettin bir yere: ABD, Almanya, Kanada, Danimarka, Yunanistan, Japonya, İngiltere, Çin, Tayland, Fransa…
“Buradan bakıp oradaki gibi hissetmek gibi bir his vardı başlangıçta. Sonuçta burada da bir keşmekeş ve mücadele var ama tanımı ve içeriği farklı. Haliyle bu tanım zamanla değişiyor, değiştikçe bakış açısı da değişiyor, “diyordu genç adam. Ve o duygu göçünü de şöyle tanımlıyordu kendince:
“Gurbetçi deyince akla ilk gelen; ne oraya ne buraya ait olmak, ne geldiği yerin dilini ne gittiği yerin dilini doğru konuşmak, ekmek parası için gitmek, o kafamızdaki altın zincirli tipler, kendi çevresinde/gettosunda yaşayan, emekliliğini garantiye almak için ülkesinde ev alan vb. gibi tanımlara uyduğumu düşünmediğim için gurbetçi gibi hissetmiyorum.” (“Yeni Ülke Yeni Hayat”, Bahar Çuhadar)
Artık 1960’ların o kitlesel “işçi göçü”den farklıydı bu kez yaşananlar. Adeta bir ruh ve duygu göçüydü her biri. İlle de kendilerini yersiz yurtsuzlaştırmak için değildi gitme kararları. Kaygıları vardı her birinin… Hayatın sürdürülebilirliği adına bir bakış, bir duygu, bir beklenti onları çekiyordu bir yerlere…
Seçilen yer özlemle gidilmek istenen değildi hiçbir zaman. İşte bu da kopuşun, yani yeni göç gerçekliğinin bir başka yanını anlatıyordu.
Gidince de görülüp yaşanan, kendini ne oraya ait hissedersin ne de buraya ait…
Gene de gidince aidiyet duygunuz, bakış açınız kaçınılmaz biçimde değişip dönüşüyor. Çizdiğiniz yeni patikanın var oluşunda kendinize yeni hayat kurma derdine düşüyorsunuz elbette. Beyazlar ve siyahlar arasına sıkıştırılmış bir gençliğin sessiz çığlığı gibi de algılayabilirsiniz bu göç dalgasını.
Gidenin zenginleşmesi, kalanın çölleşmesi mitik bir öyküdür her zaman.
İşte o sessiz çığlıklardan birinin bakışı:
“Hayatımızda çok şey değişti ama her şeyden önemlisi Türkiye’de rejim değişti. Ülkenin talan edildiği, adaletsiz, gaddar bir sistemin içinde var olmaya çalışırken bir taraftan da toplumsal çürümenin de önünün alamıyor insanlar. Siyasal iktidar, köklü kurumların, üniversitelerin ontolojisini değiştirdi, geleneğini kırdı. Modern Türkiye projesine ait ne kadar kazanım varsa onların içini boşalttılar…” (“Ne Oralı Ne Buralı”, Işıl Öz)
Bu öykülerde ne durdurulan bir zaman var ne akan zamanın sıradanlığı. Değişen dönüşenle yeni kimlik peşinde olmanın sanrısıyla birlikte yeni düşlerin yeni bakışların örgülendiği bir hayatın rengi çıkıyor karşınıza.
Göç, artık yeni zamanın ruhu ve dili olmaya başladı bile çoktan…
Evet, artık “çok dilli, çok ülkeli” bir zamanın yolunda insanlık.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (27 Ağustos 2019)