1.
“Aydaki Adam Tanpınar” romanının kahramanlarından Selami, Ankara’da Zürih Pastanesi’nde buluştuğu benöyküsel anlatıcıya siyah, plastik koruma içindeki CD’de bir ölüye ait bir ruh olduğunu söyler. Bütün bir yaşanmışlık, anılar, her şey o kapalı kutudadır. Bu ruhu, bilgisayarlar henüz okuyamamaktadır. Durum, bu biçimiyle korkunçtur. Ancak bir yaşamı, belleği, düşünceleri, tüm çıplaklığıyla görmek ne kadar ürkütücüyse onun sonsuza kadar anlaşılmaz ve sessiz kalması da o kadar yazıktır.
Bir insanın ruhunun CD’ye yüklenmesi, henüz aklın sınırlarını aşmaktadır. Oysa görülmesi gereken yaşamlar vardır. Bu arada görülmesi gerekeni belirleyebilmenin oldukça güç olduğunu anımsamak gerekir.
Nazlı Eray, son romanında okurlarını, yaşamları görmek ve görmemek üzerinde düşündürüyor. Yaşamların çoğu sıradandır aslında. İnsanoğlu da bu sıradanlığa aşina olduğunu sandığı için çoğu zaman o sıradan yaşamlar üzerinde durup düşünmez, hatta onların farkına bile varmaz. Sıradan yaşamların insanları da aynı biçimde sıradan görülür. Kimi zaman sahip olunan akademik unvanlar ya da adın kitap kapaklarında yer alması hatta ikisi birden bile bu farkındalığı yaratmaya yetmez. O noktada kolları sıvamak, düş gücüne kalır. Düş gücünün sınırları yoktur. İnsan ruhunu CD’ye yüklemekle uğraşmayı, teknolojiye bırakıp yatağında sessizce yatan felçli bir kadının, Duşize Hanım’ın, bir zamanlar çok sevdiği, düzenlemekten keyif aldığı, konuklarını kabul ettiği evinde zamanı gösteren herhangi bir şeyin olmadığı, unutulmuş odasına konuk eder sizi. Düşlerde sorulara yanıt aramak boşuna bir çaba olacağı için Duşize Hanım’ın kimliğini öğrenme çabasına girmeden onu “öylece yatan bir bellek” kabul edip çok iyi bildiği Tanpınar’ı belleğine yüklenmiş bir ruh sayıp onun ardına düşürür.
Kitabın adının “Aydaki Adam: Tanpınar” olduğu anımsandığında Tanpınar’ın ardına düşmek doğal görünür ancak kitapta Tanpınar’ın varlığının, okurun adını hiç öğrenemediği birinci kişi adılı kullanan anlatıcıya (Kendinden bir yerde “Gecenin Neferi”, bir yerde de Tanpınar’ın okuru diye söz etmektedir.) bağlı olduğu göz önüne alındığında okur, kimin ardına düşmesi gerektiğini belirlemekte zaman zaman zorlanabilir. Tanpınar’la benöyküsel anlatıcıyı buluşturanın yazar/okur olmanın dışında ne olduğu ise ayrı bir konudur. Belki de durum, yazar/okur olmakla sınırlı olduğu için ayrı bir konuya gerek yoktur.
2.
Yaşadıkları yerler, insana ilişkin pek çok ipucu verir. Bir insanın dünyasının kapıları aralanmak isteniyorsa yaşadığı yeri tanımakla başlamak bu nedenle yerindedir. Tanpınar’ın ardına düşüldüğünde sık sık Narmanlı Yurdu’na uğramak gerekir. Tanpınar, 1943-1951 yılları arasında önceleri Rus Konsolosluğu olarak kullanılan Narmanlı Yurdu’nda avludan içeri girince, sağ tarafta üçüncü kapının ardındaki odada yaşar ve çalışır. Hanın, konsolosluk olarak kullanıldığı yıllarda, avlunun ortasında nefis bir havuz vardır. (Sonradan doldurulur.) Ayrıca Sofyalı Sokağı’na bakan üst kısımları, hanın konsolosluk olarak kullanıldığı yıllarda Rus hapishanesidir.
Akasya ve kestane ağaçlarının bulunduğu, kedilerle dolu bir avluda yer alan odayı, Tanpınar’a bir arkadaşının Rus asıllı karısı bulur. Tanpınar’ın yaşadığı ve çalıştığı bu küçük, rutubet kokan, havasız odanın kapısı oldukça eskidir. Odanın anahtarı paspasın altında durur. Penceresinde perde yoktur, pencere yarıya kadar inmiş demir bir kepenkle kapatılmıştır. Duvarları hafif islidir. Tanpınar, odadaki alçak sediri, yatak olarak kullanır. Masasının üstü karmakarışıktır: çoğu eski Türkçeyle yazılan not kâğıtları, defterler, kalemler, izmarit dolu kül tablaları, bir-iki eski ilaç şişesi… Köşe bucakta üst üste kitaplar, yığın yığın gazeteler… Bir gramofon, plaklar… Bu odada her şey barınabilir: sıkıntı, umutsuzluk, vesvese… Tanpınar’ı sık sık yoklayan duygular… Evsiz yaşlanacağını hiç aklına getirmeyen Tanpınar’ın bu düzensiz odadaki düzensiz yaşamı… Bu oda, gece gelen evhamlar, ölüm düşünceleri için de uygun bir yerdir. Yaşamak belki yalnızlıktır ancak öyle de olsa insanın yaşamı boyunca o yalnızlıktan kurtulmaya çalıştığı da gerçektir. Tanpınar’ın odasını zaman zaman Beyoğlu’nun bohemleriyle dolup taşırmasının arkasında yatan belki de budur.
Narmanlı Yurdu’nun karşısındaki Lebon Pastanesi, 1960’lı yıllarda Beyoğlu altın çağını yaşarken sosyetenin ve sanatçıların buluşma yeridir. O yıllarda her masaya ayrı ayrı bakan Rum garsonlar vardır. İnsanlar oraya gelirken özen gösterir, çok şık giyinirler. Pastane, sonraları bu özelliklerini yitirir. Tanpınar’ın izini bu pastanede de sürmek yerindedir. Benöyküsel anlatıcı da oraya sık sık uğrar. Tanpınar’ın odasındaki günlüklerden birini aldığında Osmanlı Türkçesiyle yazılan sayfaları okuyabilmek için burada çalışan ve Osmanlı Türkçesini bilen bir garsondan yardım ister. Böylece romanda gerçek bir mekânda düşsel bir kahraman da yerini alır.
Arkadaşlar, eş-dost çevresi de insanları tanıma konusunda epey aydınlatıcıdır. Bu durumda öncelikle dublaj kraliçesi olarak nitelendirilen Adalet Cimcoz’u tanımak gerekir. Cimcoz’un 1951’de, Kallavi Sokağı’nda açtığı ilk özel galeri olan Maya galerisi, tüm sanatçıların toplandığı bir mekândır. Yalnız galeride değil, Cimcoz’un Şişli’deki evinde de haftanın bir günü sanatçılar bir araya gelir. Bu ev, boydan boya terasa açılan aydınlık bir çatı katıdır. Olağanüstü bir manzaraya sahiptir. Benöyküsel anlatıcının bu galeriye ve eve uğramaması olası değildir. Her iki mekân da Tanpınar’dan izler taşır.
Adalet Cimcoz’un yanı sıra ağabeyi dublaj sanatçısı Ferdi Tayfur, Tayfur’un eski eşi tiyatrocu Melek Kobra, ilk kadın Hamlet Nur Sabuncu Tanpınar’ın yaşamında “sanatçı” kimlikleriyle öne çıkarken bir de sıradan ama vazgeçilmez insanlar vardır: Odasına kahve götüren hancının karısı, fakültedeki çaycısı, fakültenin koridorlarında dalgalanan platonik aşkı, asistanı Mehmet Kaplan…
3.
Benöyküsel anlatıcı, Duşize Hanım’ın odasına konuk olabilmek için geçmişle bugün arasında gidip gelmek durumundadır. Bu yolculukları aynı kent içinde (İstanbul) yapması gerektiği gibi Ankara’dan İstanbul’a da uzanır. Aslında Ankara’daki odasında yatağına yatıp gözlerini yumduğu kimi gecelerde kendisini İstanbul’da bulur. Tanpınar’ın ardında yaşanmışın izinde Beyoğlu’nda, Şişli’de, Nişantaşı’nda değilse düşsel olanın izinde Kuruçeşme’dedir. Orada Boğaz, ayak altındadır. Geceleri köprünün ışıkları yanar. Bir yanda Boğaz’ın iki yanındaki yalılar belli belirsiz ışıklarla canlanır. Kimi geceler altın bir tabağı andıran ay, ağır ağır yükselir. Görüntü büyüleyicidir. Ay’ın üzerine yansıyan yazılarda Tanpınar’ın günlüklerinden parçalar yer alır.
Bir yanda tepelerdeki gecekondularda ucuz, çiğ renkli ampuller yanar. O tepelere çıkan sokaklar, eğri büğrüdür. Dar, toprak bir yolu tırmanınca yanındaki eski duvara yaslanmış hissi veren, her gece ayın üzerindeki yazıları inceleyip çevirmek, herkese dağıtılabilecek bir kitapçık haline getirmek için kurulan kursun yer aldığı binaya ulaşılır. Kurs Binası, iki katlı, sarı bir binadır. Ortada bir merdiven, iki tarafta sınıfların olduğu geniş bir koridor bulunur. 4 B, etüt odasıdır. Eski zaman işi bir gök dürbünü, açık pencereden dışarıya uzanır. İlerisinde ışıkları yanan ufak bir camii vardır.
Düşsel olanın izinde anlatıcının karşısına doğal olarak düşsel insanlar çıkar. Bir kısmı gece karanlığının yarattığı adamlardır. Birer görüntüdür, karaltıdır, surettir. Herkesin babası, anlatıcının gölgesi, Tanpınar’ın aynaya baktığı zaman orada gördüğü suret… Herkesin babası, sık sık anlatıcıya eşlik eder. Anlatıcı, kimi kendi babasından kimi Tanpınar’dan izler bulur onda. Gölgesi, anlatıcının aralık oda kapısında onun uykuya dalmasını bekleyen, onu izleyen, o uyurken özgür kalan zavallı, yalnız, çocuk ruhlu bir karaltıdır. Tanpınar, Konya’da soğuk ve fırtınalı bir kış gecesi, duvarına bir ayna asar. Karanlıkta aynaya baktığında orada bir adamla göz göze gelir. O, Tanpınar değildir; suretidir, portresidir. Belki içindeki adamdır.
Bir kısmı ise yaptıkları işler alışık olunanın dışında olmakla birlikte herkese benzer: Kurs Müdürü İsmail Bey, öğrenciler… Gerçek ve düşsel kişilerle birlikte romanın kişi kadrosu, yalnız bir adam Tanpınar’la özellikle çocukluğunun ve ilk gençliğinin ardındaki anlatıcının yaşamları düşünüldüğünde çok kalabalık değildir.
4.
İnsanların yaşamı anlama çabalarında gerçekler kadar düşlerin de yeri vardır. Gerçekler ve düşler, birbirlerine omuz vererek insanlara yeni yollar açar. Fantastik edebiyat, tam bu noktada insanın yardımına koşar. İnsan orada, gerçeklerin izinde ama gerçeğe takılmadan yol alır. Nereye mi varır? Herkesin yanıtı kendinedir. Benöyküsel anlatıcıya gelince onun vardığı yerde Tanpınar ve mutlu geçen çocukluğu, ilk gençlik yılları, ailesi bir aradadır. Bu arada yaşamın kolay çözülmeyeceğini de unutmamak gerekir.
edebiyathaber.net (18 Nisan 2022)