Bir Sait Faik Abasıyanık Romanı: Yalnız Hatta Yapayalnız | Serkan Parlak

Nisan 20, 2018

Bir Sait Faik Abasıyanık Romanı: Yalnız Hatta Yapayalnız | Serkan Parlak

Fethi Naci’nin deyimiyle Sait Faik yeni hikâyeciliğimizin “çöpsüz üzüm”üdür. Öncesi yoktur, gelenekten yararlanma olanağı bulamamıştır. Hakkında yazılanlar hâlâ sınırlıdır. Özlem Esmergül işte bu sınırlı toplama biyografik roman diyebileceğimiz yapıtıyla özel bir katkı yapıyor. Devamının gelmesini dileyelim öncelikle. Yazar öncelikle genç okurlar için Sait Faik’in yaşadığı dönemin genel bir görünümünü sunuyor. Ünlü yazarın sanatına iyi kötü hâkim olan okuyucular için ise, yaşam öyküsüne dair külliyatın yazar tarafından nasıl kurmacaya dönüştürüldüğü hakkında ek okumalar yapma hevesi uyandırıyor. Tabiî ki dört başı mamur bir Sait Faik biyografisi beklentisi de es geçmemek gerek.

Roman Eleni ile açılıyor: Sait Faik’i arıyor, aşkına karşılık vermediği adamı… Ona çok ihtiyacı var. Ancak Sait’e yaptığı haksızlıkları bir türlü öğrenemiyoruz, meraktayız.  Kızı Deka verem, yaşadıkları izbe pansiyonda günlerden beridir açlar. Hayatın acımasızlığı, anlamsızlığı çok açık biçimde görünür oluyor. Sene 1954, Demokrat Parti son seçimi ezici çoğunlukla kazanmış. Anlatıcı her şeyi biliyor, geçmişte Sait’le Eleni arasında olup bitenleri… Merak duygusu daha başlangıçta canlı tutuluyor, sürüklenmeye başlıyoruz. Şiirsel anlatım devrik cümleler üzerinden destekleniyor. Günlük konuşma dili sayesinde metne mesafemiz azalıyor. Hikâye hüzün eşliğinde sarıp sarmalıyor hemen.

Açılış bölümü hem Sait’in kişilik özelliklerini hem de Eleni ile olan ilişkilerini veriyor.  Sait tedirgin biri, okur yazar havası yok, alt sınıf insanlarına benziyor, işçilerle vakit geçiriyor çoklukla. Şehri tanıyor, geziyor, yaşıyor, insanlarla konuşuyor. Yazma yöntemi bu zaten. Hayalperest ve yazı âşığı biri o… Ancak edebiyat çevrelerine yaranamıyor. Halkın acılı kaderine, savaşların yol açtığı insanlık suçlarına duyarsız görünüyor. O dönemde toplumcu gerçekçi olmayan bir sanatçının insancıl hikâyeler yazmasının ne anlamı olabilir ki?

İlk bölümde annesi Makbule Hanım’a odaklanıyoruz. Oğlunun başına gelenler nedeniyle çok üzülmektedir. Sağlığı daha da bozulur. Sait tepki vermez. Kadın intiharı düşünür, ancak bu eylem ona yakışmaz. Köklü aile geleneklerine aykırı bir eylemdir bu. İnsanlar ne der sonra? Böyle bir aileden Sait gibi bir avare nasıl olur da çıkar? Babası görse kahrolurdu. Mirasyedi çocuk, eli iş tutmaz, hatta kurulu işi batırır. Gittiği yerde barınamaz, nişanlılığa altı ay dayanır. Haşarı zengin çocuğu… Böyleleri büyüyünce huysuz ve tedirgin olur. Sait, muhafazakar yapıya uyum sağlayamaz. Yazma sevdası en temel takıntısıdır. Lise öğretmeni bunu fark eder, destekler. Lise ve büyük bölümünü yurt dışında okuduğu üniversitede sanatına temel olacak insan malzemesini biriktirmeye devam eder.

İkinci bölümde mahkeme sahnesine bakıyoruz. Aralık 1940. Mili Şef döneminin otoriter yapısı baskı ve paranoya iklimi yaratmıştır. Korku ve ihbar mekanizması öncelikle komünistleri vurur. Siyasi şubede özel masaları vardır.  Keder, korku ve karanlık yılları… Yazma tutkusu yüzünden Sait Faik’in başına neler gelir? Kimsenin değer vermediği hikâyeler yüzünden mahkemelerde sürünür, başını belaya sokar. “ Çelme” hikâyesinde emir erine çelme takılması ve dolmaları yere düşürmesi nedeniyle yazarı hakkında halkı askerlikten soğutma suçu nedeniyle dava açılır. Hâkimin kurmaca ve gerçeği karıştırması nasıl da tanıdık… Hikâyeyi yeniden okuma isteği uyanıyor içimizde. Sonunda beraat eder yazar ve annesine söz verir. Artık yazmayacaktır, hem de tam sekiz yıl.  Fethi Naci bu arayı Medarı Maişet Motoru adlı romanın 1944’te toplatılmasına, “Çelme” ile “ Kestaneci Dostum” adlı hikâyeleri yüzünden Sait Faik’in başına gelenlere bağlayanlar var, der hâlâ ışıldayan kitabı “ Bir hikâyeci: Sait Faik Bir romancı: Yaşar Kemal” de. Dönemin atmosferi, tarafların olup bitene yaklaşımı çarpıcı biçimde verilir bu bölümde.

Yaşar Nabi Nayır, Sabri Esat Siyavuşgil, Orhan Veli, Nurullah Ataç, Mina Urgan, Abidin Dino, Bedri Rahmi gibi dönemin nice sanatçısı İstanbul’la -Adalar, Beyoğlu-  birlikte canlanıyor. Yazar anlatırken, gösterirken ve zihinlere bakarken dengeyi tutturuyor. Bireysellik, aşklar, dostluklar… Yazar küçük dokunuşlarla her sahnede tablolar çiziyor adeta. Büyük tabloyu görmek için sonuna kadar gitmek gerekiyor.

Serkan Parlak – edebiyathaber.net (20 Nisan 2018)

Yorum yapın