Bir sır gibiydi aramızda zaman! | Feridun Andaç

Ocak 31, 2023

Bir sır gibiydi aramızda zaman! | Feridun Andaç

“Bir neferdir bu zafer mâbedinin mîmârı.”

 Yahya Kemal

Bir sır gibiydi gözlerin. Bakınca görülmeyenlere ayna. Işığa dönüktü yüzümüz gene de. O sırlı gökkubenin yıldızları, belki de gözlerine mil çekilen bir dervişin sabrından sızıp gelen renk alaşımıydı  her bir gözenekten hüzmeleşen. Siz deyin ki; “Yaman adammış Sinan, bunu bile düşünmüş!”

Oysa, bilinir ki; başlangıçta vardı bu, tıpkı söz gibi. Alıp taşımıştı Erciyes’in aklığından bütün renklerini dünyanın.

İlk adımda çıkmıştın karşıma. İstemiştim ki; ayağım kıyıya değer değmez, bir eşikten girercesine, o tepeye varışın ilk adımını atayım. Kendime bir labirent yaratarak varayım Usta’nın divanına. Aklımdaydı Sâî Mustafa Çelebi’nin söyledikleri. Sizden taşınan ne varsa göze gözdü evet; ama sözlerinizin de sırrı olmalıydı, ey Usta.

Biz, bendeştik. Kem gözlere şiş, dedirten masallardan çıkıp gelmiştik ikimiz de. Ne yaman bir yerdi Anadolu, ey Usta. Zamanı durduran ne varsa, alırdı çengine cenk ederdi. Sonra da ufalar büyütürdü içinde berhava olmuş her şeyi.

Günü benzeyen sözdük şimdi. Adını bir yere yazmaya gerek yoktu. İşte bir fısıltı yeterdi anlamaya:

Bu fani dünya, geçici bir evdir

Yalnızca bir nefestir dirilişin demi

Ömür bağının baharı, su gibi akar

Geçer yel gibi gençlik zamanı. (*)

Taşlar ve sırlar, mermere kazınan ter ve gözyaşı. Belki de kavuşma ilmindeki zamanın bir nişanesidir hattatla kalemkârın birlikte çalışması.

Yedi cihan kenti dediğimiz zamanlar geride kaldı. Ama yazıdan yazıya değişmeyeni adlandıran gene de kurduğunuz yapılar, insanların bunlara dönük yüzleridir Usta.

İçimde bir şarkı gibiydi, şu sözler: “Mücevher gibi bir yapı.” Şunları dile getiriyordu daha ötelerden  Tanpınar:

“Hiç Süleymaniye’nin altındaki vakıf dükkânlara dikkat ettin mi? O mücevher gibi eserlerin perişanlık manzarasına. Biz şehir fikrini kaybettik. O harap kamyonların enkazına, acayip kaptıkaçtılara, cengelde av arayan yırtıcılar gibi dolaşan, yahut bekleyen dolmuşlara, her cinsten ve her tarihten taşıt parklarına, paslı soba borularına, insanı diken diken eden satıcı seslerine bıraktık.” (**)

Daha Eminönü’nün eşiğindeyken bu manzara alıyordu seni içine. Adım adım tırmanırken Süleymaniye’ye doğru, yıllardır çoğu şeyin değişmediğini, mezbelelik fikrini size taşıyan her şeyin daha da arttığını gözleyebiliyordunuz.

Gözlerindeydim gene de; hani şu zümrüt yeşili gözlerinin baktığı yerdeydim. Taşlı yoldan geçip mermer eşiğe geldiğimde gökkubbenin efsunlu duruşuna kaptırmıştım kendimi. 

Birlikte bakıyorduk artık her şeye. Bu sadelik, süssüz ama kendini anlatan görkemli duruş; belki de mermerle taşın, düşle düşüncenin, yaşamla ölümün bir aradalığına da bir nazireydi!

Birbirinden ayrılmayan iki gözün yoluna düşmüştük sanki: biri gören/algılayan, diğeri duyup/ezgileyendi sanki!

Zamanın mührü vardı burada. Başlayan ve süren hayatın izleri. Sessizliğin de bir ses olabildiği ancak bu tepeye vardığınızda, yapının tezyinatını baştan sona göz göz irdelediğinizde bir bütün olarak karşınıza çıkandı.

Şunu demiştin: Bu bir felsefe, hayata bakış simgesi. Rastgele yapılmış bir ibadet mekânı değil. Ama biz hâlâ bunu salt dinsel yer olarak görmekte ısrarlıyız. Uygarlığın buluşturduğu yer burası…

Sen de hatırlatmıştın gene Tanpınar’ın sözlerini. Sonra da şunu fısıldarcasına söylemiştin ona: Malazgirt’ten bugüne yerleşikliğin tamamlanmışlığına bir simgedir. Yani, ‘şimdi buradayız işte’ demedir Süleymaniye. O ışıltılı kubbe, o ses ahengi, iç huzuru taşıyan ve yalnızlık insanın hükmündedir dedirten bu mücevher mekân zamanların tanıklığını da getiriyordu. 

Ne denli yaban, hoyrat karşılasak da bu görkemli yapının kurulduğu tepeyi; bugün hâlâ insanlığa şunu söylüyor gibi: 

Ben buradayım ey insanoğlu, peki siz neredesiniz? Bu hoyratlık, bu yeme içme derdi; sağı solu böyle mezbelelik içinde bırakma gayreti neden? Adımı taşıyan tek bir söz bile edememiş gibi duruyorsunuz. Bir yolgeçen hanına çevirmişsiniz kapılarımı, eşiklerimi. Dualarınız nafile bilmediğiniz bir öykünün önünden gelip gölge gibi geçiyorsunuz. Bilmeden yaşıyorsunuz ey insanoğlu. Ne taşın ömrünü, ne mermerin öyküsünü; ne de bunları işleyen bizlerin nereden gelip nerelere gittiğimizi. 

Doğrusu hemfikirdik seninle. Yahya Kemal bile uzaktı o dizeleriyle artık buraya. İnsanlar farkında olmadan, hatta belki de görmeden gelip geçiyorlardı Süleymaniye’nin güvercinlerinin önünden. Onlar da küsmüş gibiydiler.

Gidip mimberin yanında durup o mermer işçiliği gözlediğinde, mihrabın içinde, derinlikteki göz göz işlenmiş tezyinin o bükümlü görünüşü büyülemişti seni.

Işığın taşıdığı renklerde buluşmuştunuz gene. İçteki ahengi yaratanın biraz da bu olduğu gözleniyordu hemen. 

Kadınlar mahfelini geçip kubbelerin göğe açılışını destekleyen duvarları, pencereleri bir bir gözlerken süslemelerdeki hat işçiliğine kapılıp gitmemeniz ne mümkün. Yerle göğün birleştiği nokta neresi derseniz, belki de Mimar Sinan’ın bu görkemli yapısını hemen söyleyebilirsiniz!

Bir insanın eli kolu, gözü, kulağı, dahası bütün beş duyusu buradaydı. Öyle ki, bütün bunlarla bakıyor, görüyor, işitiyor dokunuyor, kokluyordunuz yaratılan evreni.

Evet, bir evren yaratmıştınız Usta.

Şunu da söylememiş miydiniz: 

“Bu fani dünya, yok oluş seli üstünde bir köprüdür.

Ona yüz vermeyip geçen tevekkül sahipleri özgürdür.

İster yüce, ister alçak, ister kul ol, ister hükümdar,

Dünyada hayra çalışmak gerek, o bir ölmez oğuldur.”

Biz, o zümrüt yeşili gözlerle sizin yurdunuzdaydık. Ölmezliğin ne olduğunu bir kez daha bize nasıl anlattığınızın derdinde yani. 

——

(*) Sâî Mustafa Çelebi, Yapılar Kitabı/Tezkiretü’l-Bünyan ve Tezkiretü’l-Ebniye (Mimar Sinan’ın Anıları), Haz.: Hayati Develi, 2003, Koç Kitaplığı, 252 s. 

(**) Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi, 2015, Dergâh Yay., 544 s.

edebiyathaber.net (31 Ocak 2023)

Yorum yapın