Bir ulus, anadilinden başka bir dilde özgürleşemez | Onur Bilge Kula

Kasım 28, 2019

Bir ulus, anadilinden başka bir dilde özgürleşemez | Onur Bilge Kula

Atatürk, ‘dil birliği’ ile ‘siyasi varlıkta birlik’ arasında, dil ile düşünce arasında dolaysız bir ilişki görür. Dilde birlik olmadan, düşünce ve ülküde birlik olamayacağını bilir. Dili, özellikle de yazı dilini, Türk halkının gereksinmelerine yanıt veren bir dizgeye kavuşturmadan, düşünsel atılım yapılamayacağını, çağdaş uygarlık dünyasıyla buluşulamayacağını derinden duyumsar.

Atatürk’ün deyişiyle, Arapça ibadet edenler, “Arapça öğrenmedikçe, Allah’a ne dediğini” bile bilememiştir. Türk ulusu, yüzyıllar boyunca “ne yaptığını, ne yapacağını bilmeksizin, adeta bir sözcüğünün bile anlamını bilmeksizin Kuran’ı ezberlemiştir.” Bundan yararlanan bağnazlar, anlamı anlaşılmayan dini “hırs ve siyasetlerine alet” etmiştir. Siyasal varlıkta birlik, “dil birliği” ile olanaklıdır. Düşünce, ilke ve ülkü birliğini de kapsayan siyasal birlik ile dil birliği birbirini tümler ve gerektirir. Dil birliğini yeniden güçlendirmek için, geçmişte yönetenlerle yönetilenler arasında kopukluğa yol açan ‘dil ikiliğini’ yaratan koşulları ortadan kaldırmak gerekir.

Dil ikiliği ya da dil parçalanması, tümel toplumun düşünme yeterliliğinin parçalanmasıdır. Toplumun bütün kesimlerince kullanılmayan bir dil körelir. Hegel’in anlatımıyla, dil edimi, ya da edim olarak dil “devinim ve değişimdir”[1] (Hegel 1983b, s. 92). Bu belirleme uyarınca, kullanılmayan dil gelişemez. Her türlü değişim ve gelişimin yanı sıra, her türlü yabancılaşma da dilde gerçekleştir.

Hegel’in şu belirlemeleri, Atatürk’ü desteklemektedir: İncil’in Luther tarafından Almancaya çevrilmesi, “en büyük devrimlerden biridir”; çünkü “yalnızca ana dilinde söylenen şey”, o dili konuşanların “öz varlığıdır”[2] (Hegel 1982, s. 16- 17). Ayrıca,  anadilinde konuşma ve düşünme “bir kurtuluş biçimidir.” Anadilinde konuşarak ve yazarak özgürleşmeyen bir özne, “özgür davranamaz.” Bu genel-geçer ilke uyarınca, Luther, “İncil’i Almancaya çevirmeksizin, Reformasyonunu tamamlayamazdı ve kendi öz dilinde öznel özgürlük var olamazdı” (Hegel 1982, s. 52- 53). Hegel’in açımlaması uyarınca, “yalnızca bir halkın kendi dilinde sahip olduğu bilim, kendisine aittir ve bu, felsefede özellikle geçerlidir”; çünkü düşüncenin özgün yanı, “öz-bilince ait olması ya da öz-bilincin özsel öğesi” olmasıdır  (Hegel 1982, s. 259).

Atatürk’ün yukarıda aktardığım bilgelik dolu belirlemesiyle, Türkiye’nin genel yaşamını düzenleyen yasalar, bilimin ve uygarlığın hem bir türevi, hem sürekli gelişmesinin güvencesidir. Bu bakımdan hukuk dili de bu ilkeler doğrultusunda yetkinleşir. Macit Gökberk’in ‘Değişen Dünya Değişen Dil’ adlı kitabının ‘Anayasa Dili’ bölümündeki anlatımıyla, “Atatürk’ten beri kültürümüzün belli bir gidişi vardır. Bu gidiş, kesin olarak Batı’ya yöneliştir. 1924 Anayasası’nın anlayışı ile 1945’te bu kanuna kazandırılan dil, bu yönelişe tamamıyla uygundur. Bu anlayış da, bu dil de Batılıdır; çünkü bunların ikisi de gerçekle ilgilidir. 1924 Anayasası, bireyin özgürlüklerini sağlar; 1945 Anayasa dili, Türk topluluğunun dili bakımından özgürlüğe doğru attığı adımdır”[3] (Gökberk 2018, s. 118).

Çağdaş Türkiye’nin dünya başvuru yapıtlarına da giren en anlamlı ve kalıcı devrimi, yazı dizgesinin değiştirilmesiyle somutlaşan Dil Devrimi’dir.

Yazı dili ve yeni alfabe gereksinmesi

Kasım 1928’de Arap alfabesinin bırakılarak, Latin alfabesine geçilmesi, dil dolayısıyla da Türkçe üzerine düşünmeyi derinleştiren ve boyutlandıran bir atılımıdır. Dil ve Türkçe üzerine düşünenlerin başında gelen Atatürk, Temmuz 1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyeti’ni kurmuş, çalışmalarını içtenlik ve etkinlikle desteklemiştir. Yine Atatürk’ün etkin desteği ve yönlendirmesiyle, 26 Eylül 1932’de toplanan ‘Türk Dili Birinci Kurultayı’, çeşitli mesleklerden yüzlerce üyenin katılımıyla çalışmalarına başlamıştır. Atatürk bu kurultayın toplanması, programının belirlenmesi, sunulan bildirilerdeki savların tartışılarak, bütünlük kazanmaları ve sıralanması gibi çalışmalara etkin olarak katılmıştır.

Kurultayın çalışma programın güncel Türkçe ile şöyledir: A. ‘Dilin Kökenleri’, B. ‘Türk Dilinin Güncel Durumu, Çağdaş ve Uygar Gereksinmeleri’, C. ‘Türk Dilinin Bundan Sonraki Gelişmeleri’, D. ‘Amaç, Türk Dilini Bugünkü ve Yarınki Uygarlığı Yetkinlikle Kucaklayabilecek En Güzel Şiveli ve Ahenkli Anlatım Aracı Durumuna Getirmek.’[4]

Dil ve demokrasi arasında dolaysız bir ilişki vardır

Türk Dili Tetkik Cemiyeti Başkanı Semih Rıfat Bey, açış konuşmasında Atatürk’ü ‘dünyadaki en demokrat’ önder olarak niteler ve ulusal birliğin ve kültürün güvencesi olan Türkçenin ne denli ihmal edildiğini gerekçeleriyle serimler. Sekiz yüzyıllık Osmanlı yönetiminde “en büyük olumsuzluğun bilim ve edebiyat” alanında görüldüğünü, bunun başlıca nedeni olarak da “yükseköğrenimin din kurumlarından ayrılmaması ve bunun yalnızca Arapçaya bırakılması” olarak gösterir.

Samih Rıfat’ın anlatımıyla, Arapça ve Farsça sözcüklerin, “dilimizi bir ağ gibi kuşatması”, dilsel gerilemenin başlıca nedenidir. Bu, ulusal dilin “anlatım yeterliliğini” azaltmıştır. Halkçılık, uygarlık, bilim, teknik yeterlilik ve uygar düşünme tarzı önemsenmelidir. Türkçenin gelişmemesi nedeniyle, devlet kurumları, iletişim ve etkileşim yeterliliğinden yoksun kalmış, uzmanlar ve bilimciler Türkçe ile anlaşamaz duruma düşmüştür. Bunu gidermek için uygar kavrayışla Türkçenin Arapça ve Farsçanın etkisinden kurtularak, anlatım olanaklarının artırılması zorunludur.

Samih Rıfat Bey’in konuşmasında yer verdiği ilgi çekici bir başka nokta “dil ve demokrasi arasındaki ilişkidir.” Bu aydınlanmacının çözümlemesiyle, yazı ve halk dillerinin birbirinden ayrılması, “memlekette yöneten ve yönetilen zümrelerin pek güç anlaşabilmesine” yol açmıştır. Yönetilenler, yasaları anlamadan “itaat ederler”; bunu önlemek için, onların “uzunca bir eğitim devresi” geçirmesi gerekir. Hukuk dilinin Türkçeleştirilmesi, yönetilenlerin hak ve yükümlülük bilincini geliştirecek, onları uygar yurttaşlar durumuna getirecektir. Bu da demokrasi bilincini geliştirecektir. Dil ve toplumsal-bireysel bilinç arasındaki diyalektik bağı çok iyi yansıtan bu yaklaşım, Türkiye’de demokrasinin gelişmesi bakımından övgüye değerdir.

Halkın konuştuğu Türkçe, bilimsel ve yazınsal dilin kaynağıdır

“Yerli sözcükler, bilimcilerin sözcüklerini kovuyor” diyen Samih Rıfat’ın anlatımıyla, “yeni aydınlar, bilimcilerin sözcükleri yerine, yerel (ve yeni) sözcükler oluşturmaktadır.” Türkçenin gelişmesi, halk dilinden yararlanmakla olanaklıdır. Daha önce dile giren sözcük ve kavramların yerini, halk dilinden karşılıklar almaktadır. “Dilimizi ulusallaştırmak ve halka yaklaştırmak için, bizim yararlanacağımız hazineler, bütün dünya dillerinden fazladır.” Yüzyıllardır halkın konuştuğu Türkçe “her türlü yeterliliği ve birçok lehçeleriyle”, dili geliştirmeye yönelik bütün girişimlere yardımcı olmaktadır. “Her şeyde olduğu gibi, sevgili halkımızla bilgi ve dilde de birleşeceğiz. Tutacağımız yol, bilim ve deneyim yoludur.” Dil kuramı açısından tutarlı bu belirlemeleri yapan kişi, dilin başlıca kaynağı olarak halkı görmekte; Türkçenin eğitim, bilim ve sanat dili olarak gelişmesi için, bilimin yol göstericiliğinde, halkın konuştuğu dile başvurmayı önermektedir.

Samih Rıfat ikinci oturumda sunduğu bildiride, Kurultay’ın en önemli konusu olan Türkçenin öz kaynakları ve kendi bölgesel koşulları içinde gelişmesi konusunu ele alır. Yazı dili olarak Türkçenin başlıca kaynağı olan Kutadgu Bilig’den bolca örnekler verir. Türkçe yazılmış yapıtların günümüze değin aktarılmasının, özellikle Abbasiler döneminde Araplarca engellendiğini belirtir ve şu örneği verir: Ferganalı Efşi, “evinde Türkçe bir kitap bulundurmak” ile suçlanmış; “kendisi ve sakladığı Türkçe yapıt, Bağdat topraklarına gömülmüştür” (s. 199).

Bu aydınlanmacı dilcinin deyişiyle, “Türk diline kimseler bakmazdı” dizesini söyleyen Yunus Emre ve Erzurumlu Emrah, Karacaoğlan ile birlikte, Türkçe yazın yeniden varlığını güçlendirmiştir (s. 204). Halkın sağduyusunun, “ulusu unutmuş aydınların uydurma bilgilerinden daha güçlü olduğu”, halk yazınında görülür. Bir halk ozanı olan Ruhsati “Adalet kalmadı hep zulüm doldu/Geçti şu baharın gülleri soldu” dizelerini söylemiştir (s. 213). Yunus Emre başta olmak üzere, halk yazının temel taşları olan anılan yazıncılar ve onların insancıl içerikli yapıtları, bugün de Türkçe yazını geliştiren başlıca kaynaktır.

Kurultaya başkan seçilen TBMM başkanı Kazım Paşa konuşmasında “özgür tartışmalar” sonucunda “güzel ve zengin dilimizin kendi özgülüğü içinde gelişmesine yarayan yeni ve verimli bir yol” açıldığını, bu eserin, Atatürk’ün “Türk ulusuna yaptığı sayısız iyiliklerin en önemlisi” olduğunu dile getirir.

On yedi milyon Anadolu Türk’ü içinde ancak yüzde onun anladığı dile Türkçe denemez

Atatürk’ün derin ve uzak görüsüyle, ulusal devrimin başarıyla sürmesini sağlayan yolları gösterdiğini vurgulayan dönemin Eğitim Bakanı Reşit Galip, Atatürk’ün şu sözlerini aktarır: “Ulusal duygu ve dil arasındaki bağ çok güçlüdür. Dilin ulusal ve zengin olması, ulusal duygunun gelişiminde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki bu dil bilinçle işlensin. Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk ulusu, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” (s. 214).

Reşit Galip Bey konuşmasında özellikle okumuş-yazmışların kullandığı yazı diline, Türkçe “demekte gerçekten tereddüdüm vardır” der ve şunları ekler: “On yedi milyon Anadolu Türk’ü içinde ancak yüzde ona varabilecek bir zümrenin anlayabildiği dile Türkçe denemez.” Selçuklulardan beri 8 yüz yıl süren “şaşkın bir inatla, bilinçsiz ve kozmopolit bir dalaletle Türkçe bizzat Türkler tarafından ölüm çukuruna sürüklenmiştir.” Kapitülasyonlarda olduğu gibi, “Osmanlı yayıncıları, yazıncıları, bilimcileri de yabancı istilasına karşı Türk dilinin kapısını ardına kadar açtılar.” Böylece, “dilimiz, Türkçe olmaktan çıktı; içinde pek az Türkçe sözcüklerle bazı Türkçe kurallar bulunan bir Osmanlıca oldu.” Osmanlıcayı, bu yeni ve yapay dili, Türk halkı benimsememiştir; ancak hala varlığını sürdürmektedir. Ulusa hala “yüzde yetmişinin anlamadığı dille” hitap edilmektedir. Arapça ve Farsçanın “boyunduruğu sekiz yüzyıldır” sürmektedir. “Kasırga hoyratlığı ile giren yabancı kurallar ve sözcüklerin ezici yükü altında dilimizin ruhu felce uğradı ve yaşamı cendere içinde kaldı.” Geçmişten beri “bilim ve sanatın cömert kaynağı ve zengin anlatım aracı olan Türk dili gizemlerle dolu divanlara, en çetrefil tabirler, terkipler ve ıstılahlar sergisi kitaplara ölmeden gömüldü.”

Türkçenin bilim ve uygarlık dili olması için, halka kendi dilinde öğrenme olanağı verilmelidir

Arapça ve Farsça sözcüklerin ve kuralların Türkçeye yine Türkler tarafından sokulduğunu belirten Reşit Galip, bu duruma ilişkin yakınmaların “Arap ve Fars uluslarına veya dillerine karşı sevgi ve saygımızın eksikliği şeklinde yorumlanamaz” sözlerine yer verir. Dolayısıyla, bütün çabaların amacı, Arap ve Fars uluslarına saygısızlık değil, Türk ulusuna bilimi, uygarlığı “anlayabileceği” bir dil ile sunmaktır.

Son yüzyıllarda uygarlığın şaşırtıcı biçimde “bir yürüyüşle” ilerlemesini, “okuma ve öğrenmenin genel ve demokratik bir kurum haline gelmiş olmasına bağlayan”, Reşit Galip’e göre, artık yeni bilgilerin yayılması ve öğrenilmesi kolaylaşmıştır. Bunun aracıysa, “yalnız okulları artırmak, yalnız halkı okutmak değil, ondan daha önce halka kendi dili ile öğrenme” olanağı sağlamaktır. “Osmanlıca ile ilişik bir an önce kesilmeli, “Anadolu halkının konuşma dilinde yaşayan seksen bin sözcük, bu işe temel” alınmalıdır.

Birinci Türk Dili Kurultayı’nın kararlarının “bütün olanaklarla uygulanmasına çalışılması” konusunda Başbakan İsmet İnönü tarafından görevlendirildiğini belirten bu Eğitim Bakanı’nın deyişiyle, Türk dili, Türk ulusu tarafından kurtarılacak ve “asli zenginliğini, asli haşmet ve azametini tekrar kazanacaktır.” İleri atılma zamanı gelmiştir. “Gerçek yaşamdan ve yaşamsal gerçekten doğan gereksinme, bize dünyada en ileri ve en güçlü ulus olma hedefini” göstermektedir.

edebiyathaber.net (28 Kasım 2019)

[1] G. W. Friedrich Hegel (1983b): ‘Phänomenologie des Geistes’; Suhrkamp Verlag, Frankfurt am Main

[2] G. W. Freidrich Hegel (1982): ‘Vorlesungen über die Geschichte der Philosophie III’, Band 20, Suhrkamp Verlag, Frankfurt am Main

[3] Macit Gökberk (2018): “Değişen Dünya Değişen Dil”; 8. baskı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul

[4] T.C. Maarif Vekâleti (1933): ‘Birinci Türk Dili Kurultayı. Tezler, Müzakereler, Zabıtlar’; Devlet Matbaası, İstanbul

Yorum yapın