Cemal Süreyya’nın Türkçe’ye çevirdiği ‘Gök Cephesi’ bir Vietnam-Amerikan Savaşı romanı. 1968 basımı romanın ‘Batı’da yayınlanan ilk Kuzey Vietnam romanı olduğu belirtiliyor. Romanın yazarı Nguyen Dinh Thi (1924-2003) çok tanınan Vietnamlı bir yazar, şair ve müzisyen. Hayatı cephelerde geçmiş. 1958-1989 arasında Vietnam Yazarlar Birliği Genel Sekreteri. Yazarın adı, ölümünden sonra Hanoi’daki Batı Göl’ün bir kıyısına verilmiş durumda. Kitabın Türkçe’ye Vietnamca’da basıldıktan hemen bir yıl sonra çevrilip yayınlanmış olması dikkat çekici. Günümüzde bile, bu kadar hızlı çeviri ve yayın nadir.
Kitabın önsözünü, Fransız direnişçisi, şair ve gazeteci Madeleine Riffaud yazmış. Riffaud, 2. Paylaşım Savaşı’nda Nazi işgalindeki Paris’teki direnişe etkin bir biçimde katılıyor. 80 Nazi askerinin yakanlanmasını sağlıyor, bir Nazi askerini vuruyor, yakalanıp işkence edilerek idam edilmeyi beklerken, mahkum değiştokuş anlaşmasıyla yeniden serbest kalıp direnişe dönüyor. Kurtuluşa kadar da savaşmaya devam ediyor. Savaştan sonra Cezayir’deki direnişi haberleştirmek üzere Fransa’nın komünist gazetesi için kara kıtaya gidiyor. 1946’da Paris’te Ho Çi Min’le tanışıp Vietnam direnişine hayran kalıyor ve ondan sonraki yaşamını Vietnam’a adıyor. 7 yıl Güney Vietnam’da komünist gerillalarla birlikte cangıllarda yaşıyor. Bu dönemde Vietnamca öğreniyor ve Vietnam ve direnişi ile ilgili çok önemli kitaplar kaleme alıyor. Hayatının geriye kalanını şiire adıyor. Riffaud, bu kitabın Fransızca çevirmeni. Onun gibi komünist Fransızların Vietnam’ın özgürleşmesindeki payı yadsınamaz.
Romanın asıl adı, ‘Gök Cephesi’ değil; ‘Yüksekteki Çarpışma’. (*) Bu, Riffaud’nun ve/ya da Fransa’daki yayınevinin uygun gördüğü isim. Cemal Süreya da bu isme bağlı kalmış. Aslında, gerçek isminden daha iyi bir isim gibi duruyor.
Vietnam-Amerikan Savaşı’nda Vietnamlılar hem uçaklarıyla (MİGler) hem de halk direnişiyle (uçaksavarlar ve diğer silahlar) binlerce Amerikan uçağını düşürüp birçok havacıyı esir aldılar. Bu biçimde esir edilenlerden biri, ABD’nin eski devlet başkanı adayı John McCain’di. McCain, Hanoi’da sivil halkın üstüne bombalar yağdırırken uçağı düşürülmüş, 5,5 yıl esir olarak tutulmuştu. Babasının bir amiral olduğunun öğrenilmesi, onu esir değiştokuşu için önemli bir pazarlık kozu yapmıştı. Bu roman, tam da 1967’yi, McCain’in yakalandığı hava çarpışmalarını Hollywood’un Vietnam filmlerindeki Amerikancı sağ bakışın tersine (ki bu, özellikle Rambo filmlerinde belirgindir), Vietnam’ın bakış açısıyla anlatıyor.
Düşürülen uçaklardan bazıları bugün Vietnam’ın Askeri Tarih Müzesi’nde ve Savaş Artıkları Müzesi’nde sergileniyor. Bu uçaklar başkent Hanoi başta olmak üzere birçok kenti sivil-asker ayırmadan bombalıyordu. Bugün Hanoi’da bu bombalardan oluşan çukurlara su dolmasıyla göller oluşmuş durumda. Bombardıman yıllarında çocuklar köylere gönderiliyor, büyükler genellikle sığınaklarda yaşıyor. Bu orantısız güç savaşının isimsiz kahramanlarıyla ilgili her roman ilgi uyandıracaktır elbette. Bugün Vietnam’da savaş, geçmişte kalmış bir olay olarak görülüyor; ancak o dönem yazılmış romanların tadı şimdikilerde pek yok.
Kitabın dikkat çekici bir özelliği de savaş pilotluğu gibi teknik bir konuyu roman diliyle işleyebilmesi. Kitapta işçi ve köylü çocukların pilot oluşları şöyle anlatılıyor:
“Bu hava birliğinden yetişen pilotların hemen hemen hepsi de onun gibi daha önce piyade birliklerinde hizmet etmiş, Fransızlara karşı savaşmış kimselerdi.
Devrimden önce hepsi de ufak birer yumurcaktılar; köylerinde ya da şehirlerinde sığır çobanlığı yapıyorlar, büyüklerin bacakları arasında dolaşarak ayakkabı boyuyorlar, kolonyal şapkaları temizliyorlar, dondurma satıyorlar, hamallık ediyorlardı. Su ve kömür taşıyorlar, işyerlerinde, rıhtımlarda, istasyonlarda maden talaşı topluyorlardı.” (s.23-24).
Bu işçi-köylü kökenli pilotlar, kendilerine her keresinde daha yüksek hedefler koyarlar:
“Hiç değilse şimdilik zafer tablosuna bir Phantom ekleseydi memnun olurdu; Amerikan hava kuvvetlerinin en yeni avcı uçaklanndan biri olan bu Phantom’lardan bir tanesini düşürmek So’nun büyük tutkularından biri haline gelmişti.” (s.26).
Kitapta çizilen portreler oldukça canlı:
“Üste bir lakap takılmıştı Kuang’a: pul arayan delikanlı. Çünkü Tanrının her günü karısına mektup yazardı. Ama pul almayı da hep unuturdu. Zarfı eline alır, oda oda dolaşarak arkadaşlardan pul rica ederdi…” (s.69)
Kitaptaki pilotlar, kuru propaganda içinde kahramanlar olarak gösterilmiyorlar. Onlar yanlışları da olan ancak yanlışlarını düzelterek kendilerini geliştirmeye çalışan insanlar. Diğer bir deyişle, bu, bir Vietnamlı Rambo anlatısı değil. Bu da, anlatının yazınsal değerini arttırıyor. Ayrıca, aile yaşamları da aktarılıyor. Her an ölüm tehlikesi içinde yapılan evlilikler, doğumlar ve niceleri… Üstelik, Vietnam’ın savaş gücü tek başına Miglerden oluşmaz. Her an saldırıya hazır kara milisleri sözkonusudur. İşçiler fabrikalara silahla giderler. Uçaklar fabrikaları bombalarsa onlara ateş ederler; bombalamazlarsa üretime devam ederler. Bir albayı yalnızca ilkel bir mızrakla yakalarlar.
Romanın belirgin bir sonu yoktur. 1967’de savaşın ne zaman biteceğini geçtik bitip bitmeyeceğini bilmek bile olanaksızdır. Kitabın arka kapağından, roman kahramanlarının gerçek kişilikler olduğunu anlıyoruz. Fotoğraflarına yer verilmiş.
Yukarıda andığımız nedenlerle kitap yarım yüzyıl sonra bile okumaya değer. 20. yüzyıl klasikleri arasında sayılabilir. (**) Bitirirken, yazarın ünlü ‘Hanoi Halkı’ şarkısına yer verelim, sözleri ve bestesi kendisine ait:
Kitabın Künyesi: Thi, N.D. (1967/1968). Gök Cephesi. İstanbul: Cem Yayınevi.
(*) Vietnamca adı, ‘Mặt trận trên cao’.
(**) Çeviride birkaç ufak yanlış var. Sayfa 93’te ve 153’te kız, evlenmeyi planladığı pilota ‘ağabey’ diyor. Aslında, o, ‘ağabey’ değil, ‘büyüğüm’ anlamına gelen ‘anh’. Vietnam dilinde hitaplarda yaşa göre değişen ifadeler var. Örneğin, Vietnamca’da yalnızca “teşekkür ederim” denmiyor, bu söze karşınızdakinin küçük ya da büyük olmasına göre bir ifade ekleniyor. Romandaki iki sahnede kızın kendinden büyük olana ‘anh’ demesi sözkonusu, ama bu ‘ağabey’ anlamında değil. Sayfa 146’da ve 150’de ise, dayı, amca yapılmış.
Elbette bu yanlışların 1968 gibi Türkiye’de yayın dünyasının Vietnam’la doğrudan ilişkisinin olmadığı bir dönemde yapılması gayet doğal. Aslında, tam tersine, o zamanların iletişimsizlik koşullarında, çeviri yanlışlarının çok az olmasının övgüye değer olduğunu söyleyebiliriz.
Doç.Dr. Ulaş Başar Gezgin – edebiyathaber.net (30 Aralık 2016)