Şimdiki zaman bizim için yaşaması en zor şeydir.
Giorgio Agamben.
Yaşadığımız olaylar kalıcı iz bırakmadan deneyime dönüşmeden; hızla akıp gidiyor artık. Bu hız da anlam kaybı tehdidiyle karşı karşıya bırakıyor bizi. Akıp giden, hiç bitmeyecek hissi veren bu zaman girdabında dolanıp dururken başımızın döndüğünün bile farkında değiliz. Anlamsızlığın içinde kapana kısılmış bir halde bozuk bir plak gibi sürekli kaçırdığımız zamana hayıflanıp duruyoruz bir taraftan da. Uygarlık karmaşıklaştıkça bizi ona bağlayan bağları tanımıyoruz artık. Hayat ve ölümle boğuşmak için geldiğimiz bu dünyanın yabancısıyız. Bir türlü yetinmeyi bilmeme halimizle yarattığımız bu düzenin… O bitmek bilmeyen isteme arzumuz… Bizi bekleyen o sonu düşününce… Sadece yaşayıp gidecek kadarı yetecek oysa… Ama biz… Yüzyıllar ötesinden “yaşamak için on bin yılın varmış gibi davranma” diye seslenen Aurelius’a kulaklarımızı kapatmış. Ellerimizde ise hırslarımızla yarattığımızın dünyanın kanı… Tıpkı Macbeth gibiyiz. Perişan ve uykuyu kaçırmış bir halde dolanıp duruyoruz. Yaşadığı her şeyin sonuçlarına katlanan tipin kaderi bu… O zaman neden şikâyet ediyoruz ki?
İnsan, hayvanlar gibi olmak için doğdu, diyor Cioran. Yaşadığımız her şey dâhiyane bir hayvan olma isteğimizin sonucu… O iflah olmaz sonsuz ilerleme arzumuzla dünyayı yeniden inşa ederken kendimizi yıkıyoruz aslında. Ama hiç farkında değiliz bunun. Uygarlık, ilgimizi uyandırmak için ödüller verse de bize güvensizliğimizi ve zıvanadan çıkışımızı artırmaktan başka bir şey yapmıyor aslında Cioran’a göre. Tarih boyunca icatlar yapıp iktidar olmaya çalıştık çalışmasına da… Sonuç kocaman bir hüsran… “İktidarı hedefleyen ve ona erişenler hiçbir zaman kuvvetliler olmaz; hile ve sayıklamayı birleştiren zayıflar olurlar.”
“Evet, gece oldu ve başka bir dünya doğmakta. Haşin, sinik, kara cahil, hafızasız,
akla ihtiyaç duymadan dönen bir dünya…
Dümdüz edilmiş, yassılaşmış, adeta perspektif ve kaçış noktası yok edilmiş…
İşin tuhafı bu dünyanın yaşayan ölüleri öncekinden geliyor.”
Philippe Sollers
Yaşamak hayatı olduğu gibi kucaklamaktır. Doğumları, ölümleri, mutsuzlukları… Bunu biliyoruz bilmesine de… Korkuyoruz tüm bunlardan… Hem de çocukların kör karanlıktan korktuğu gibi… Karanlık değil bunun nedeni…Aydınlıktan korkuyoruz biz. Yaşamın tüm kaidelerini bilmemize rağmen ona düzen vermekteki acizliğimizden… Tarih boyunca icatlar yapıp yaşamı kolaylaştırdık kolaylaştırmasına da… Her duyduğumuz yeni ihtiyaç bizi hayatın yüzeyine doğru yöneltirken onun derinliklerinden kaçırıp, değeri olmayana, olmayacak olana değer atfettirdi. Bu yüzden de mutlu olmayı bir türlü başaramadık. Ve bu beceriksizliğimizi günümüze kadar taşıdık. Yaratıcının pay ettiği cehalet yeteneğine sadakatsizlikle başlamış bir kariyerden başka ne beklenir ki zaten? Cennetten kovulur kovulmaz derhal yeryüzünün fethine girişen… Yaptıklarıyla dört gözle beklediği sürgünün de içine eden… Seçtiğimiz bu yol ne kadar itiraf edemezsek de aslında en büyük pişmanlığımız… Bilgi tarafından zamana itilince başımıza gelecekleri hiç düşünmedik çünkü. Âdem’den beri tasarladığımız ve giriştiğimiz her şey ya şaibeli ya tehlikeli ya yararsız… Eee o zaman bu türle ilişiği mi keselim? İnsan olunduğuna dair pişmanlık duyarsak insan olduğumuzu hepten unuturuz, diye uyarıyor Cioran. Ve tüm karamsarlığına rağmen çözüm sunuyor bize. Tarih boyunca edinilmiş bir yanılsamayla ilerlediğimizi ve artık durmamız gerektiğini söylüyor. En önemlisi de zamanla olan suç ortaklığımızı bitirmemizi istiyor. Sürekli hareket halinde ve açtığımız girdabın içinde ufalanıp dağılan zamanla…
Bizi esir alan korkularımız… Suskunluklarımızın, çığlıklarımızın, dualarımızın, küfürlerimizin gizemi olan… Onların esaretinden nasıl kurtulacağız peki? Ya o biricik olduğumuz yanılsamamızla masumiyetimizi kaybederek şekillendirdiğimiz dünya… Onun kefaretini nasıl ödeyeceğiz? Kaçımız bu dünyaya ışık olmak için uykularını delik deşik edip ömrünü heba etmeye hazır? Ve her sabah ”başlayan bir gün daha, bunun da sonunu getirmeliyim, bu güne tahammül etmeliyim ”demek zorunda olmanın ıstırabını taşımaya?
Hayatın sırrını yitirdik. Yeniden bulup tekrar öğrenebilmek için çıktığımız yoldan da çok fazla saptık. Ama kendi irademizle saptığımız bu yoldan doğru rotaya yönelmek yine bizim elimizde değil mi? Zamanda durmamızı engelleyen içgüdümüz… Zamanın geçişlerini seyretmek için anların kıyısına ilişe ilişe, artık içeriksiz bir art arda gelişten başka bir şey görmez olduk. “Çağdaşlarımız şeyleri seyreyleme yeteneğini yitirmiş. Zaman kaybetme sanatını unutmuşlar. Kendini kıyıda tutmayı başaran ötekiler gibi yapmayan kişi, bir şey anlama yeteneğini korur.”
Ne yaparsak yapalım her halükarda batacak bu dünya. Bunu hepimiz biliyoruz. Ama kaçınılmaz son gelinceye kadar evrensel anlamsızlığın içinde kaybolmadan gerçekten yaşamayı başarabilecek miyiz acaba? “Yaşamak, inanmak ve ümit etmek olduğu kadar kendine yalan söylemektir” diyor Cioran. O zaman… Ya her şeyi göze alıp kendi öznel zamanımızı, bizi var kılan, hayatı yaşadığımız duygusunu veren o zamanı yakalamaya çalışacağız. Ya da… Ne bileyim işte.
“Umutlarınızı yoldan çıkarmak arzusunda değilim;
Yaşam üstlenecek zaten bu işi.”
Kaynak;
E.M.Cioran, Var Olma Eğilimi, Çev. Kenan Sarıalioğlu, Metis Yayınları
E.M.Cioran, Zamana Düşüş, Çev. Haldun Bayrı, Metis Yayınları
edebiyathaber.net (25 Ekim 2023)