Sanatın, sanatçının görevi nedir? Sanatçının sanatını yaparken göze aldığı sınırlar nelerdir? Tüm yaptıklarıyla toplumda anlaşılmış mıdır? “…Benim gözümde, kutsalların en kutsalı, insan bedenidir, sağlık, zekâ, yetenek, esin, aşktır ve sınırsız özgürlüktür. Baskıdan sahtelikten kurtulma özgürlüğü, konu nasıl dile getirilirse getirilsin. Büyük bir sanatçı olsaydım, yazılarımda bu ilkelerden şaşmazdım.” diyor Anton Çehov arkadaşına yazdığı bir mektupta. Hayatına baktığımızda da bireysel ilkelerini enine boyuna tarttığını ve bunu başardığını görürüz zaten. Tomris Uyar’a göre; çağımızı kavramamızda en büyük yardımcımız, kendi dönemlerini derinden etkilemiş sanatçılar oluyor çoğu kez. (Gündökümü kitabında.) Kendi zamanlarının Don Kişot’u olduklarından belki de.
Dostoyevski’nin “insanın ifade edebileceği en acı ironi” diye bahsettiği Cervantes’in kitabının kahramanı Don Kişot; “…Tanrı’nın beni bu dünyaya gönderme sebebini, icra etmekte olduğum şövalyelik mesleğini, sizin durumunuza uygulamaya, güçsüzlere ve ezilenlere, yardım edeceğime dair verdiğim sözü yerine getirmeye itiyor. İyilikle yapılabilecek olan şeyin kötülükle yapılmaması… Sayın muhafızlardan, sizleri çözüp serbest bırakmalarını rica etmek istiyorum. Tanrının ve tabiatın özgür yarattığı insanları köle yapmak bana çok ağır geliyor. Ayrıca bu zavallıların size bir zararı dokunmamıştır. Dürüst insanların kendilerini hiç ilgilendirmedikleri halde başkalarının celladı olması hiç doğru değil. Bunu sizden böyle iyilikle, tatlılıkla rica ediyorum.” şeklinde muhteşem bir konuşma yapar. Don Kişot ve Sancho Panza’nın yolda cezalarını çekmeye götürülen kelepçeli kürek mahkûmlarına rastladıkları sırada yaptığı bir konuşmadır bu. Don Kişot çok talihsiz bir kahramandır. Anlaşılmaz hiçbir zaman; ne muhafızlar ne de kurtarıcısı olduğu kürek mahkûmları tarafından. Hatta bu serüvenden dayak yiyip çıkar. Ama tüm buna rağmen vazgeçmez amacından. Kahraman, okur için yazardan daha fazla önemlidir. Çünkü kitapla yolculuğunda ona eşlik eden refakatçıdır. O hayal ürünüdür bilir bunu ama çoğu zaman ona can verir; ete kemiğe büründürüp karşısına oturtur. Onun yaratıcısında da ona ait izleri arar bazen de. Onun zihninin bir ürünü olduğunu unutur çünkü. Onu kahramanla içselleştiremediğinde ise hayal kırıklığına uğrar. Serüvenine ortak olan okuru en fazla üzen ve inciten ise sanatı için var olma mücadelesi sırasında yazarın topluma sağırlaşmasıdır.
1934’te Nürnberg’de bir mitingdeyiz şimdi de. Bir kadın ve kamera ekibi duruyor karşımızda. İnancın Zaferi adlı Hitler’in propaganda filmini çekerek sinemaya adım atacak olan yönetmen bu kadın. 1936 Yaz Olimpiyatlarının belgeseliyle, sinema sanatında kendine özel bir yer edinen Leni Riefenstahl. Olympia adlı bu filmiyle, sporcuların hareketini izlemek için raylara kamera yerleştirmesi ve ağır çekim tekniğini kullanmasıyla sinema tarihinde de büyük bir yeniliğe imzasını atıyor. Ünü tüm dünyaya yayılıyor bu çalışmasıyla da. İkinci dünya savaşı boyunca birçok filme imza atarken arkasında Hitler’in olmasından hiç rahatsızlık duymuyor. İşte sorun da burada başlıyor zaten. 1942’de bir çalışmasında ise toplama kampındaki roman ve çingeneleri kullanıyor. Filmin estetiği için her türlü şeyi kullanmaktan kaçınmıyor yönetmen anlayacağınız. (Çekim tamamlandığında Auschwitz’e gönderilecek olan bu insanların akıbeti hakkında hiçbir bilgisinin olmadığını söylüyor yıllar sonra.) 2002 yılında bu konu tekrar gündeme gelip mahkemeye çıkarıldığında; “Nasyonal Sosyalizm döneminde acı çektikleri için üzgünüm, gerçekten çok yanlış anlaşıldım. Ben politik değilim.” diye açıklama yapıyor. (Sanatı adına her şeyi yapan bir yönetmen için etrafında yaşanılan olaylar pek bir şey ifade etmemiş yani.)
Yıllar sonra tekrar çalışma izni alıp, Afrika’da fotoğrafçılık yapan yönetmen; o kadar başarılı ki çektiği renkli fotoğraflarıyla ödül bile alıyor. Estetik değerleri gözeten bir sanat anlayışı var her zaman. Afrika kabileleri üzerine çektiği belgesel kareler için “güzel varken çirkini neden çekeyim?” diye açıklama yaparken de bu sanat anlayışını açıkça dile getirmekten çekinmiyor. Hitlerin filmini de estetik değerleri gözeterek çekmemiş midir zaten? (Kendini bu şekilde savunuyor çünkü.) Konu çok da önemli değildir. Hitlerin toplama kamplarına tepkiniz ne oldu? Sorusuna kendisinin de Yahudi olmasına karşın; “…Yurtdışındaydım. Eşim, dostum mektuplar fotoğraflar gönderdiler; ama ben böyle bir şeye inanamazdım.” diye yanıt veriyor. Susan Sontag, 1974’te yayınlanan “Büyüleyici Faşizm” adlı ünlü makalesinde, Leni Riefenstahl’ın her zaman faşist estetiğe bağlı kaldığını söyleyerek eleştiriyor onu. (O bunu kabul etmese de.) Sontag’a göre; sanatçı dünyada neler olup bittiğiyle ilgilenen, insanoğlunun ne kadar sefil olabileceğini anlamaya, bunu içselleştirmeye ve bu gerçekle bağ kurmaya çalışan ama bu anlama çabasıyla da yozlaşmamaya ve yüzeysel biri olarak kalmamaya gayret gösteren birisi olmalıdır.
Sinema sanatındaki ustalığı ve getirdiği yeniliklerle tartışılmaz bir yer edinmiştir Riefenstahl. Bu konuda diyecek bir şey yoktur zaten. James Joyce’a göre; sanatçı halk yığınlarının gönlünü kazanmak peşindeyse kitle fetişizminin, kendini bile bile kandırma hastalığının bulaşıcılığından kaçamaz. Bu tam da Leni Riefenstahl’e uygun bir tanımlama, her ne kadar Joyce onun için söylemese de. Sanatın, sanatçının ilkeleri ne olmalıdır peki? Her şeyi sanatı için yapmış bir ustanın (onun deyişiyle); durduğu yeri, dünyaya bakışını, sanat ve sanatçının (gerek sinema gerek edebiyat) yeri üzerinden tartışmak gerekmez mi? Tüm yaptığı güzel işleri, yanlış duruşu yüzünden silmeli miyiz? Don Kişot gibi bir tavır sergilememesi karşısında bizler nasıl bir tavır sergilemeliyiz? Daha da önemlisi yaptığının hata olduğunu özümsediği bir anda bir kuru özür ya da üzgünüm sözcükleriyle onu bağışlamanın büyüsüne kapılıp affetmeli miyiz? Hiçbir şey bu kadar basit olmamalı. Don Kişot, kurtardığı kürek mahkûmlarından dayak yedikten sonra onları affetmiş midir? Sanatçının yükümlülüklerini unutup var olmak için taviz vermesi belki bu affın kapsamı alanına girebilir; en azından yarattığı eserlerinin hatırına. Ama gerçekte de öyle düşünen biri olduğuna olan inancımız pekişirse…
“Gerçekten usta bir sanatçı olmasaydı daha kolay bağışlanabilirdi, yıllarca toplumdan uzak tutulup, bunca ağır eleştiri ile karşılaşmazdı.” diyor Tomris Uyar, Bir Uyumsuzun Notları adlı kitabında. Ama kabul etmediği ve anlam veremediği, sanatçının estetik uğruna topluma sağırlaşması… Uyar’ın asıl kızdığı küçük kız saflığıyla suçsuz olduğunda diretmesi. Leni Riefenstahl’ın bu şekilde davranmasını ise onun Nazilere satılmadığının, kendi bünyesinde içtenlikle taşıdığının göstergesi olarak görüyor. Yaşadığı çağa yabancılaşmadan, ahlaki değerleri ve direnme azmi ile örnek olması gereken kişinin; geçmişteki bağışlanmaz hatasını (ya da bunun hata olduğu bilincine sonradan varması üzerine) bir “kusura bakmayın, üzgünüm” ile geçiştirmesi… Her şey bu kadar basit mi? Tomris Uyar, yirmi beş yıl boyunca tuttuğu, gelişi güzel birçok konuyu ele alıp, gözlemlerine yer verdiği bu kitabında bunun gibi birçok soruyla baş başa bırakıyor bizi.
Okur olarak biz de; bu notlarının üzerindeki kahve lekelerini, bulaşık deterjanlarını, uyku mahmurluğunu, rakı damlalarını seçen gözlerimizle; yazarın her şeyden önce bir insan olduğu gerçeğini fark ediyoruz (zaman zaman unuttuğumuz). İşte şimdi daha kolay oldu galiba sorunun cevabı ne dersiniz? Zaten herkesin Çehov gibi gerçek sanatçı (aydın) olmasını bekleyemeyiz ya neyse…
Kaynakça;
Tomris Uyar, Gündökümü: Bir Uyumsuzun Notları II, YKY Yayınları
https://en.m.wikipedia.org/wiki/Leni_Riefenstahl
Havanur Taflan – edebiyathaber.net (16 Aralık 2020)