“Her algı, ya mevcut olduğu düşünülen bir şeyin
ya da sadece bir özün algısıdır.”
1./ İzmir’de zaman
Kendimi bir zamane yolcusu kılalı beri, kentlerin her yönü beni ilgilendirir oldu. Ki, bunu ta çocukluğuma kadar uzatabiliyorum.
Görme yolculuğum kentlerin/mekậnların/yerlerin her bir şeyini bana anlatmaya başlamıştı. Yani anlamın ardında olan bakış yeni algı kapılarında geçiriyordu kendisini.
Belleğimin taşıdığı izler yeni renklere bürünüyor, tekilden çoğula yönelerek kendi döngüsünde yarattığı zamanın duygu dilini kuruyordu.
O değişken zamanlardaki anlatıcı ben; güne yazdıkları, mektuplara yansıttıklarıyla kendi varoluşunu da kurmaya çalışıyordu aslında.
Şimdi gelip buraya, kentin kalbinde yazmaya; okumaya başlamam da o kurulan zaman içinde bir zaman algısı aslında.
Ötemde soğuk güneş. İnsanların geçişlerindeki sessizlik… Ara ara akıp giden araçlardan gelen uğultular… Önümde, masamdaki kitabın satır aralarında gezinirken karşıma çıkan düşünceler beni alıp başka kıyılara taşıyor.
Öyle ki; Spinoza’nın her söylediği yeni bir algı yaratmanın ötesinde, hatırlamanın ve yaşamanın hazzına döndürmesi beni daha da yaratıcı kılıyordu.
Yeni olan her şey insanın ruhunu kıvrandırıyor, bakışımı döndürüp duygularımı alevlendiriyor.
2./ Sevinç’te İzmir, İzmir’de Sevinç
Bir buluşma noktasının ötesinde anlamı var Sevinç Pastanesi’nin benim için.
Yerin, mekânın, hatta “ev”/”yuva” duygusunun ne olduğuna dair hatırlatmaları yaşatması… Gelen pasta kokuları, çayın ve kahvenin tadı, çikolatalı vişneli pastanın lezzeti… O buluşma ậnlarına zenginlik katan bir duygululuk aslında benim için.
Belki de ậnda yaşamaya tutulmanın sevinci de bu. Kendi sevincini yaratmak için gitmek gerek. Bir yere/ mekâna, insana, düşe ve düşünceye.
Orada kendinizi bulur, kendiniz olabilirsiniz. Ve sözün yalnızlığından da ancak öyle kurtulursunuz.
Ötede bir kadın, hızlı hızlı konuşuyor:
“Balon hayatlar”
“Bin bir antra, film değil” diyor.
Gergin ve her şeyden şikâyetçi. Karşısındaki adam dinleyip, başını sallıyor sürekli.
Bir ilişkisini anlatıyor. Yaşama dair bütün huzursuzluğunu oraya döküyor adeta.
Yüzünü izliyor, mimiklerine bakıyorsun. Kısa kızıl saçlarına… Göz altında oluşmaya başlayan 40 yaş çizgilerine…
3./ Geçiş
Şimdi bir sözcelem anlatmak için bir anlatıya geçiyorsun.
“En zayıf halkamız da bu,” diyen kadın; “insan hayatta hep bu en zayıf halkasına takılıyor”, diyor.
Anlatırken hep ”geçişlerde” yaşadığını hissediyorsun.
Rachel Cusk, romanı “Geçiş”te hayatın akışkan seyrine dönük bir sanrılı yolculuktan söz ediyor.
Biraz da onda seni çeken kaybedileni hatırlayarak kurma, konumlanan yeni yerdeki insanın neleri yaşadığına bakma durumu.
Sorular sorarak yaşamanın ne anlama geldiğini anlatıyor bir yandan da.
Kaybetmenin telaşında biriydi kadın. Bana sırtı dönük olan adamın sesi cılız çıkıyor, arada bir uzanıp masanın öte yanındaki kadını sağ eliyle omzuna dokunarak sakinleştirmeye çalışıyordu…
Adam masaya sonradan gelmişti. “Abi” diyerek onu hasretle kucaklayan kadın bir süre kenetlenip kalmıştı.
Sonraki konuşmalardan çıkardığın kadın İzmir’e Kanada’dan yeni gelmişti. Orada yaşadıklarını, hayatındaki adamla sorunlarını/çelişkilerini anlatırken daldan dala geçiyordu. Arada bir de göçmenliğin sıkıntılarını, dönüp dönememenin ikircikliği anlatıyordu.
Sıklıkla yinelediği:
“Ne yaparım burada, her şey bana öyle uzak, öyle yabancı ki…”
Sonra kitabına dönüyorsun.
Bir süreliğine onları baş başa bırakıyorsun…
“… gerçeğe körlemesine inanç bende yoktu,” söz öbeğinin altını kurşun kalemle çizip okumanı sürdürüyorsun.
Sonraki cümleler, sözler de ilgini çekiyor:
“Acı gerçek şu ki, diyordu, bu içinde bulunduğumuz bilim ve insansızlık çağında, önemli olduğumuz duygusunu kaybettik. Kendimize ve başkalarına karşı acımasız olduk, çünkü sonuçta bir değerimiz olmadığına inanıyoruz.”
Şu sözcükleri de yazıyorum defterime alt alta:
- Duygudaşlık
- Uğursuzdu
- Hayattan, hasat kaldırır gibi
- Yapay insan
- Özgür insan
- İnsanın damıtılmış hali
- Bireyselliğin aşınması
- Uygitsin mantığı
- Merkezden uzaklaşmak
- Hayalgücü eksikliği
- Düpedüz
- Curcuna
- Saldırganlık
- Soğukkanlılıkla
- Sıradışı
- Sineye çekmek
- Unutuluş
- Arzuların kızıl sisi
- Körlük
- Ev bakmak / edinmek
- Afallamak
- Cefakeş
4./ Zaman sanrısı…
“Geçiş”teki anlatıcının bakışı, dile getirdiği öykünün kanat kanat açılışı seni çağrışımlara sürüklüyordu. Anlatılardan çok, anlatıcının imgelemine yansıyanlarla yol alıyordun.
Şimdi, bir caddenin sessizliğinden geçerken düşündüğün şeyi onun satırlarında buluyordun:
“kent yoksulluğunun kasvetli bir görüntüsü…”
Bir Akdeniz kentindeydin. Ama kentin etekleri, yamaçları ahtapot gibi küme küme evlerle sarmalanmıştı.
“Denizi görmek istiyorum,” desen de erişebilmene engel gecekondu surlarıyla karşılaşıyordun adeta.
Bir zamanlar yakın duranların bugün neden böylesine ayrıştırıldıklarını düşünüyordun. Değişenle değişmeyenin karşılaşması hayatın her döneminde rastlanabilecek bir şey. Gene de karşına çıkan yaşlı yazardaki değişim seni şaşırtmıştı.
Kabullenişle birlikte küskünlük vardı onda. Önündeki anlatıya ara verip ondan okumak istiyordun şimdi.
Paris’i anlatıyordu. Bu karşılaşmada ara ara konuşmuştunuz.
O, kendini sürgün kıldığı Kuzey ülkesinden zaman zaman gidip nefes aldığı Paris’e de uzaktı artık. Anlatılarının kahramanı İstanbul’a da öyle…
Nedenini sormamıştın.
Biliyordun ki; uzayan her ömür zaman geçişleriyle birlikte sanrılarını da yaşar.
Buna “tuhaf”lık denmese de;
“Zaman, düzenleyici bir ritmin eksikliğini çekiyor,” denilen yerden bakınca; bunun nedenlerini anlıyorsun.
Öylese; önce “Zaman Kokusu”nu (Byung-Chul Han) okuyarak o yazarın kırılgan, küskün dünyasına; Paris zamanlarına dönmelisin.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (19 Şubat 2019)