Birkaç intihar notu… | Nilüfer Altunkaya

Haziran 24, 2015

Birkaç intihar notu… | Nilüfer Altunkaya

Bazen insanın kendini mutlu hissettiği bir anda intihar edebileceğini düşünürüm. Bazen ne mutlu ne mutsuz, ne huzurlu ne huzursuz yani yaşamın doğal akışı içinde sıradan sayılabilecek bir anda da intihar edebileceğimi düşünürüm. Bütün nedenselliklerin bağlanabileceği bir çocukluk travması aranabilir intihar güdüsünün altında ama bu travmatik etki yetişkinken de yaşanmış olabilir. Bunların hiçbir önemi yok aslında. Asıl mesele zamanlama belki de.

İntiharla sonuçlanan o psikoz eşiğinin nerde başlayıp nerde bittiği hala gizemini koruyan bir soru. Bazen bir intihar videosunun sosyal medyada paylaşılması ertesinde intiharla yüzleşiyoruz bazen de bir kadının kendini denize fırlattığı görüntüleri sokak kameralarından ana haber bültenlerine akıyor.

Özellikle sanatçıların intiharları insanın yaşam karşısında ölümü seçişine dair oldukça tarihi bir öneme sahip. Bir sanatçıyı intihara taşıyan duygu dünyası psikolojik mesafelerin ölçülemez oluşuna ait ipuçları barındırır mı? Bir ressamın intiharını bir şairinkinden ya da bir doktorunkinden ayıran nedir? Bir intihar epistemolojik olarak bir diğerini doğurur mu? Ya da her intihar Pavese’nin ifadesiyle tamamlanmış bir eylem olarak mı okunmalıdır?

İnsanın zor kapılarından birini çalmış olursunuz bu soruların yanıtını ararken. Ama hiçbir zaman kapının karanlığından öteye geçemezsiniz. Zamanın derin sularına bırakılmış intihar notları bize kalan tek avuntudur olsa olsa.

Yazdıkları beni derinden etkileyen Cesare Pavese’nin intiharı ile lise yıllarımda yüzleşmek zorunda kaldım. Sonrasında yıllarca satır satır okudum onun yalnızlığını ve yaşama uğraşını. An an yaşadım intiharını sanki. Cansız bedeniyle kucaklaştım her aşk sonrası. Ve onu anlamayan kadınlardan nefret ettim, aramızdaki bu zamansal-boyutsal uzaklığa rağmen.

Sözün bittiği yere gelmeden önce, altı yaşındayken tanık olduğu babasının ölümünün ve gençlik yıllarında okul arkadaşı Baraldi’nin aşk acısı nedeniyle intihar etmesinin ve kadınlara yönelik yaşadığı hayal kırıklıklarının etkisi olduğu düşünülür. Oysa onun yalnızlığı seçilmiş bir yalnızlık ve intiharı bir eylemdir. 18 Ağustos 1950 tarihinde Torino’daki bir otel odasında uyku hapı alarak intihar etmeden önce yazdığı en son sözleri şöyledir:

“Kolay sanmıştım ilk düşündüğümde. Zayıf kadınlar yapmıştı bu işi. Alçakgönüllülük istiyor, kendini beğenmişlik değil. Tiksiniyorum bütün bunlardan. Sözler değil. Eylem. Artık yazmayacağım…”

Bence Pavese, yazabileceklerini yazmış ve yaşamın ayrıntılarında boğulmaktan yorulmuş olduğu için susturmak istedi yüreğinin acılarını. Onun intiharı stoacı bir seçimdir.

***

Romain Gary de yaşamı ve romanları kadar intiharıyla da beni hep büyülemiş olan yazarlardan biridir. Onun intiharında Jean Seberg’in şüpheli ölümünden sonra girdiği bunalımın büyük etkisi olduğuna inanılır. Yazar, 1980 ‘de, kendisini tabancayla vurarak intihar etmeden önce, Emile Ajar’ın kendisinin takma adı olduğunu da açıkladığı bir intihar mektubu bırakır. Bu mektup şöyle biter: “Çok eğlendim, teşekkür ederim. Hoşçakalın.”

Hiçbir zaman acınma duygularıyla dramatikleştirilmesinden yana değilim başarılmış bir intihar girişiminin. Diğer yandan bunun bir cesaret meselesi gibi ele alınıp yüceleştirilmesinden yana da değilim. İntihar da tüm insanlık gerçekleri gibi bir gerçeğimizdir. Onları diğer ölmüşlerden daha dikkat çekici hale getirense ölüme karşı aşamayacağımız, aşmaya yaşıyorken gücümüzün yetmediği sır perdesini onların kendi isteğiyle aralamalarına duyduğumuz hayret olsa gerek. Ölümün bedensizliğini isteyerek giyinmelerinin bizde yarattığı şaşkınlık kendi varoluş kaygımızla yüzleşmemizi kaçınılmaz kılar çünkü.

Eğer ölmek isteği de en az yaşamak güdümüz kadar güçlü bir dürtü olmasaydı müntehire cehennem vadedilerek bu duygu din yoluyla yasaklanmaya, önlenmeye çalışılır mıydı?

İntiharı mücadele ruhuna uymadığı gerekçesiyle bir yenilgi olarak gören devrimcilerin de insanın bilinç yolculuğunda karşılaşabileceği çıkmazları çok detaylandırmadan ele almakta olduklarını düşünüyorum. Zweig, güneşin doğuşunu bekleyin, diyerek ölümü seçerken hangi zaferi kaybetmiş olabilirdi ki?

Savaş karşıtı olması nedeniyle Naziler tarafından eserleri toplatılıp, yakılan Stefan Zweig’ın karısıyla birlikte intihar etmesinin altında Avrupa’nın içinde olduğu durumun yarattığı umutsuzluğun yattığı düşünülür. 60 yaşındaki Zweig ve 33 yaşındaki Lotte uyku hapı alarak intihar etmişlerdi. Geride bıraktıkları intihar mektubu şöyleydi; “Artık güneşin doğmasını bekleyecek gücüm kalmadı ama siz yeni doğacak güneşi mutlaka bekleyiniz.”

***

Kendini asmadan bir gün önce bileklerini keserek kanıyla Mayakovski’ye şiir yazan Sergey Yesenin’in intiharına yazdığı ağıtta “Şu yaşamda / en kolay iştir ölmek / Asıl güç olan / yepyeni bir yaşama başlamak” diyerek ‘intiharı’ sorguluyordu Mayakovski. Oysa yoldaşlarına korkak sanmayın beni demesi bile Sovyet devriminin onun intiharı ile yüzleşmesini sağlayamadı.

“Aşk sandalı

Çarpıp parçalandı hayat gailesine

Alıp vereceğim kalmadı yaşamla

Zaten

Karşılıklı kalp kırıklıklarını

Sudan yaraları,

Sıyrıkları

Saymanın manası yok.

Haydi kalın sağlıcakla!”

Vladamir Mayakovski 4/12/30

Mayakovski’nin intihar mektubu kendi ölümünü anlatmanın özel bir türü olarak nitelendirilen bir emanettir bize.

Svetlena Boym, Tırnak İçinde Ölüm adlı kitabında, şairin intiharını kendi olanaksız öteki ben’i ve şiirsel otobiyografisi açısından incelerken bu notu şöyle değerlendiriyor:

“Mayakovski adeta şizoid bir şekilde yazdığı kısa bir mektupla kendi kültürel persona repertuarını olduğu gibi çağdaşlarının gözü önüne serer. Bu intihar notu şiirlerinin, sevgi taleplerinin, esprilerin, bir de fatura ödeme talebinin yer aldığı tuhaf bir belgedir.(…) Bu notta yüksek bir şiirsel söyleyişe, çağdaş Sovyet hitabetine, gündelik dile ve ölümle kiç’in iç içe geçtiği popüler kent romanslarından ve duygulu melodramlardan alınmış gibi görünen kimi ifadelere yer verilir.”

***

Nadide Karkıner’in Bir İletişim Biçimi Olarak Şiir: Sylvia Plath ve Nilgün Marmara Örneği adlı çalışmasında, Plath’in de Marmara’nın da birey olmanın koşulları ile ilgili bir sorunlarının olmadığını ve ‘öteki’nin konumlanışında da kesin bir karara varmış olduklarını belirler. Öyleyse sorun arkadaş ve aile ilişkileri ile biçimlenen toplumsal ilişkilerde aranmalıdır. Bu şairlerin intiharını incelerken Hundleby’dan yararlanarak ‘epistemik üstünlük’ kavramını kullanması oldukça ilgi çekici geldi bana:

“Eğer Plath ve Marmara gibi ‘marjinal insanların baskı ilişkilerini ona dayananlara göre daha fazla görme potansiyelleri’ varsa baskı koşulları diretildiğinde, bu potansiyel açık bir epistemik üstünlüğe dönüşür. Bu baskı deneyimi ‘epistemik avantaj’ için bir potansiyel sağlar.”

Ve burdan hareketle Kalkıner, bu şairlerin şiirleri ile kendilerine ‘epistemik üstünlük’ sağladıklarını ve intiharlarıyla marjinalleşerek “şiirin erkek dünyasında” ‘epistemik üstünlüğe’ sahip olduklarını vurgular.

Böylece Plath öncü, Marmara onun izleyeni olmuştur, diyen Kalkıner’in bu yaklaşımından hareketle, yine, sevgilisiyle birlikte intihar eden Von Kleist’ın biyografisini yazan Stefan Zweig’ın, tıpkı Kleist gibi eşiyle birlikte intihar edişi de, Yesenin’in ardından “en kolay iştir ölmek” demiş olsa da ölümü seçen Mayakovski’nin intiharları da aynı şekilde ele alınabilir.

Sözünü söylemeden intihar eden şairlerin ne yazık ki şiirleri tamamlanmamışlık barındırdığı için intiharları şiirlerinin önünde duran öncül bir imza gibidir. Zaten geriye kalacak olanın da bu yasta yeri yoktur.

Nilüfer Altunkayaedebiyathaber.net (24 Haziran 2015)

Yorum yapın