70’li yılların sanat ortamında, kurduğu Melda Kaptana Sanat Galerisi’yle, ülkemizde plastik sanatların yaygınlaşmasında önemli katkıları bulunan Meldâ Kaptana’yı dün Bodrum’da uğurladık.
Bazı kitaplar vardır, yazarını hiç unutmazsınız; kelimelerini okudukça yepyeni dünyalarla karşılaşırsınız. Yazılanlar, bir ışık gibi, içinizi aydınlatır; azmin, iradenin ve sabrın yaşam sevinciyle el ele verdiği bir kişiliğe saygı duyarsınız. Yaşantınıza yön vermeniz kolaylaşır.
“Bir Yaşam Titizi”ydi Meldâ Kaptana; Ben bir Bizans Bahçesi’nde Büyüdüm isimli anı kitabında, kelimelerine sinen bilgi, görgü ve yaşam titizliğiyle, yaşam zenginliğiyle ilişkilendiriyorum.
Kurduğu sanat galerisiyle[1], sanatçılara eserlerini sergileme imkânı vererek Türk resminin gelişimine sağladığı katkılar; plastik sanatlar dünyamızın çok da göz önünde olmayan bir klasiğini, o sevimli insanı daha yakından tanıma arzumun nedenlerinden olmuştu.
Bizans Bahçesinden Sanata
Meldâ Kaptana, 1927’de İstanbul’da doğdu. Cumhuriyetin aydınlığında, iki savaş arasında, bahçesinde eski bir Bizans Manastırı’nın bulunduğu güllü bir köşkte[2]. O köşk ki, pencerelerine kırmızı sarmaşık gülleri uzanır, bostanındaki okka güllerinden mis gibi reçeller yapılır, toprağında, altıncı yüzyıldan kalma Aya Andreas Manastırı’nın taşları bulunurmuş. Bir adı da Gül Yaprağı’ymış manastırın. Manastır, önce erkekler, ardından kızlar manastırı şeklini aldıktan sonra, 1486’da Koca Mustafa Paşa tarafından camiye çevrilerek, sonraları Sünbül Efendi Camii olarak anılmaya başlanmış. Meldâ Kaptana, zamanında, hatırı sayılır kültür merkezlerinden olduğu düşünülen bu caminin / kilisenin bahçesinde büyümüş. Batının evrensel değerlerini, özünü yitirmeden kendine uyarlama yanlısı bir ailede, doğu ve batının güzelliklerinin harmanlanarak şekillendirilen bir terbiyeyle yetiştirilen Kaptana; yaşamı boyunca, kanımca, en önemli özelliklerinden biri olan, ‘güzeli fark edebilme’ becerisini, edebiyat, resim ve moda gibi farklı disiplinlerin ikliminden geçirip, anılan disiplinlerin kesişme noktalarını ahenklendirerek geliştirmiş.
Tıpkı, eşi olacağı İlhan Koman gibi, güzelin o müphem [3] görüntüsünü algılamada çok başarılı olmuş sevgili Kaptana.
Paris Yılları
Meldâ Kaptana, İstanbul Üniversitesi Fransız Filolojisi’ni iyi derecede bitirdikten sonra, Fransızcasını geliştirmek için 1949’da Paris’e gider. Edebiyatı çok sevmektedir, bununla beraber, matematik ve fizik gibi müspet bilimlerde[4] de çok yeteneklidir. Maarif Teşkilatı’nın başarılı ortaokul ve lise öğrencileri listesinde[5] onun da adı vardır.
Paris yılları köklü dostlukların, rafine bir sanat anlayışının biçimlendiği, geliştiği zamanlardır onun için… Sorbonne Üniversitesi’nde İleri Fransızca dersleri alırken, Paris’e, kendisi gibi, öğrenim görmek için gelen, geleceğin pek çok ünlü ismi ile aynı ortamda olacaktır. Bazılarıyla dostlukları, daha Edebiyat Fakültesi’ndeyken başlamıştır; Orhan Peker, Bedri Rahmi, Edip Hakkı Köseoğlu İstanbul’dan tanıştığı arkadaşlarıdır; arkadaşlarının sanatçı kimliklerinin hemen hemen her evresini inceden inceye tanıması, yetmişlerde kuracağı sanat galerisinde, aynı arkadaşlarının / sanatçıların sergi konseptlerini bir başka bilinçle oluşturmasını sağlayacaktır Kaptana’nın. Paris’te, İlhan Koman’la da tanışacaktır, 26 Şubat 1951’de evlenip, Koman’ın Paris’te kalış süresinin bitmesiyle İstanbul’a dönerler.
Derin bir dostlukla sağlamlaşmış sevgi dolu bir evlilik, Kaptana’ya, Koman’nın sanatının Paris evresini yakından gözlemleme olanağı vermiştir. Sanat Dünyamız dergisinde o döneme ilişkin şu sözleri[6] söyleyecektir Kaptana: ‘İlhan Koman’ın Paris’e gelişinin ikinci yılıydı. Rue de la Grande Chaumiere’deki atölyesinde alçı, bakır levhalar ve çivilerle soyut heykeller yapıyordu tanıdığımda. O yıllarda Picasso’yu önemsiyor ve belki de biraz bundan esinlenerek değişik materyallerle çalışıyordu. İlk sergisini Rive Gauche’ta Galeri 8’de görmüştüm. (….) Paris’ten 1951 Ağustosu’nda ayrılırken, çekingenliği sebebiyle bizzat ben götürmüştüm Denise Rene Galerisi’ne bazı taş heykellerini. Onları galeride muhafaza edecek ve karma sergilere koyacaklardı ileride.’
Anılarında[7], aynı dönemle ilgili şöyle bahsedecektir ayrıca:
‘(….) İlhan o sıralarda taşlarla çalışıyordu. Beraber şehir dışına çıkıp büyük taşlar toplardık. O güzel taşlardan biri benim başucumda. Onları zımparalamasına sıra geldiğinde yardım ederdim ara sıra. Atölyesini kısa bir süre için sonradan ünlenen dostumuz Edgar Pilet kullanmıştı. İlhan’la dostlukları ilerlemiş, o günlerde aynı grupta olan Andre Breton, Victor Vasarely ve ismini hatırlayamadığım başka önemli sanatçılarla dostluk kurmaya başlamıştı. Vasarely’nin o yıllar siyah beyaz dönemiydi Resimlerine optik hareketlilik ve üçüncü buutu Paris’te artık kendini tanıtmaya başlamıştı İlhan o günlerde. O sıralarda çok önemsenen heykeltıraş Jacobsen’in bir dersine misafir olarak davet edilmişti. Jacobsen talebelerine İlhan’ın taş çalışmalarını göstererek ‘İşte, sanat eseri (oeuvre d’art) bu’ diye onun heykellerini övmüştü.’
İstanbul
İstanbul’a dönünce, Acıbadem’deki yeni evlerine yerleşirler; aynı evde oğulları Ahmet dünyaya gelir. İlhan Koman Akademi’de asistanlık görevine başlamıştır, Meldâ Kaptana oğlunun bakımından geri kalan vakitlerde çocuk kıyafetleri tasarlamaktadır. Diktiği çocuk elbiseleri o kadar ilgi görür ki; bir akrabasıyla birlikte Pinokyo adını verdikleri küçük bir atölye kurarlar. El becerisi, güzeli seziş yeteneği gibi güçlüdür Kaptana’nın. Bu kabiliyet, tasarladıklarını hayata geçirmede, bir başka deyişle, teoriyi pratiğe uygulamada ona çok yardımcı olmuştur. Gerek kalıbını hazırladığı bir kıyafeti kumaşa monte ederken, gerek ilerde öğreneceği Halı dokumacılığında iplikleri büyük bir hüner ve çabuklukla birbirine geçirirken, bunları, biraz da Allah vergisi el becerisine borçludur.
İstanbul’dan New York’a
Bir süre sonra, aralarındaki uyum, kimi özel nedenlerle evliliklerini sürdürmeye yetmez maalesef, ancak dostluklarını devam ettirirler. Meldâ Kaptana 1955’te oğluyla birlikte Amerika’ya gider. İlhan Koman ise, bir süre İstanbul’da kaldıktan sonra önce Brüksel’e, sonra da hayatının kalanını orada geçireceği İsveç’e gider.
Bir kadının, eşinin, sanatını özgürce üretebilmesi için, onu, sevgiyle serbest bırakmasının öyküsüdür bu…
New York’ta beş yıl kalacaktır Meldâ Kaptana; bu sürede, Amerikan sanatını daha yakından tanıma olanağı bulur. 1955’te başlayan Amerika yolculuğu, 1960’ta, oğluyla birlikte İstanbul’a dönmesiyle sona erer. Memur olmak istemediğinden, bir atölye açarak dikişle ilgilenmeye karar verir[8]. Anılarında, ‘Renkler ve şekillerle uğraşmak, yeni kıyafetlerin insanlar üzerinde olumlu etkiler bıraktığını görmek beni memnun ediyordu, keyiflendiriyordu. Küçükken Ahmet’i yalnız bırakmamak için başlamıştım dikişe, ilk aylarda Amerikan Kültür Derneği’nin yardımıyla bir defile, sonra da arkadaşlarımın desteğiyle Mondrian resimlerinden esinlenerek çizdiğim modellerden yaptığım giysilerle Divan Oteli’nde başka bir defile yapmıştım’ diye belirtir Urba Atölyesi’yle ilgili dönemi.
Desenler ve şekillerle olan ilgisi, onu, atölyesinde, sanatçı dostlarının resimlerini sergilemesine ve ardından atölyesini tamamen sanat galerisine dönüştürmesine yön vermiştir. Muhsin Ertuğrul’un isim babalığını yaptığı Meldâ Kaptana Sanat Galerisi, Zeynep Oral’ın deyimiyle modern müze işlevini görmüştür.
Ressam Mustafa Plevneli, Meldâ Kaptana Sanat Galerisi’ni, dönemin sanat ortamıyla birlikte şöyle anlatıyor:
‘Meldâ Kaptana’yı öğrencilik yıllarımdan tanıyorum. 1957’de, Tatbiki’de öğrencilik hayatına başladığımda, okul dışında, ya yan taraftaki Resim Heykel’e ya da İstanbul’un resim galerilerine giderdik. Aslında o yıllarda galericilik pek yok gibiydi; Atlas Pasajı’nın karşısındaki Devlet Güzel Sanatlar Galerisi ve yine Beyoğlu’nda Adalet Cimcoz’un Maya Sanat Galerisi vardı. Galeri I henüz açılmamıştı. En çok uğradığımız yer – bu çok ilginçtir – Ziyad Ebuzziya’nın Beyoğlu caddesindeki kitapçı dükkânıydı. Ebuzziya Kitabevi’nin sahibi, sanatçı Alev Ebuzziya’nın da babası olan Ziyad Ebuzziya, dükkânına Avrupa resminden örnekler getirirdi. Mesela Picasso orijinallerini, Chagal’leri, Dali’leri ben ilk kez orada görmüştüm. Sözünü ettiğim reprodüksiyonları görmek için sık sık Beyoğlu’na çıkardım. Bunların yanında, bir de Harbiye’de keşfettiğim bir modaevi vardı; modaevinin sahibesi de o zamanlar yüz aşinalığıyla tanıdığım Meldâ Kaptana’ydı. Kaptana, modaevinde, kimi sanatçıların, tanıdığı yakın çevresindeki sanatçıların işlerine yer verirdi. Fakat andığım işlere modaevinde yer vermesinin nedeni, yıllar sonra öğrendim ki, İlhan Koman’ın eşi oluşuydu. İlhan Koman’ın eşi olması ona çok şey kazandırmıştı; Batıyı biliyordu, dünya sanatını biliyordu, Amerika’yı biliyordu ve burada olmayan bir kültürü, kendisi de bir yerde modacı olması hasebiyle, topluma sunma görevini üzerine almıştı. Bir sanatçı, bir tasarımcı olarak, modayı sunarken görsel olarak da duvarlarını sanat eserleriyle donatıyordu. Altmışlı yıllarda, Nişantaşı’nda Valikonağı’nın karşısında aşağı doğru inerken sağ tarafta Portakal Sanat Evi’ne sapan yerin köşesinde, şimdiki halıcının olduğu yerde Meldâ, bir galeri açtı: Meldâ Kaptana Sanat Galerisi. Burası, uğradığım yerlerin başındaydı; altmışlı yıllar benim işlerimi yeni yeni sergilemeye başladığım zamanlardı. Meldâ benim suluboyalarımla ilgilendi. Galerisinde Bedri Rahmi’lere, Orhan Peker’lere, Eşref Üren’lere, aynı zamanda bazı eski ustalara da rastlanırdı. Örnek vermek gerekirse, bir Halil Paşa, hiç unutmam, yerde rulolar içinde duran Halil Paşa’ları gördüğüm zaman, sevgili Meldâ Kaptana bir zarf içinde gayet zarif bir şekilde satmış olduğu iki suluboya resmimin parasını verirken zarfı almadım ve dedim ki: ‘Zarf yerine, izin verirseniz, şunu alabilir miyim?’ Yerde 1882 tarihli bir Halil Paşa. Ben iki tane suluboya resmimi verip de bir Halil Paşa alabiliyordum. Bu, Meldâ Kaptana’nın, o sanat atmosferinde bize sunduklarından, topluma sunduklarından yalnızca bir tanesiydi. Zaman içerisinde, bu galeride, çok sevdiğim Orhan Peker’i tanıdım. Meldâ’yı çok sever, resimlerini Ankara’dan sadece Meldâ’da sergilerdi Orhan. Yıllar içerisinde Adnan Varınca’yı da Meldâ Kaptana Sanat Galerisi’nde tanıdım, Avni Arbaş’la beraber sık sık oraya giderdik, Ferruh Başağa’yı aynı galeride tanıdım. Türk resminin en ilginç işlerini orada görme fırsatım oldu. Bunları görürken de Meldâ, bizi her zaman o sıcacık gülüşüyle, sevgiyle karşılardı. Gerçek bir hanımefendidir. Gurur duyduğu sevgili oğlu Profesör Ahmet Koman’ın, Türkiye’nin, İlhan Koman’ı yıllar sonra fark etmesinde önemli çabaları olmakta. Bildiğiniz gibi, İlhan Koman’ın Retrospektif sergisi mayıs ayında YKY’de sergilenmeye başlandı. Muhteşem bir sergi. Bu sayede İlhan Koman’ı hep birlikte tanıyoruz. İlhan Koman, Zincirlikuyu’ndaki Akdeniz Heykelini yaparken zaman zaman onun yanındaydım. Heykelin yapımında metal ustaların bulunması konusunda bir öğrencimin iyi bir demir ustası olan babası, ona çok yardım etmişti. Heykelin malzemesi çelikti, bu çelikler özel olarak kesiliyordu; teker teker yan yana monte edildikçe heykel ortaya çıkıyordu.
Sergi boyunca Beyoğlu’nda yer almakta olan Akdeniz Heykeli, kanımca, Zincirlikuyu’ndaki binanın önünde yerini bulmuş değildir. Çünkü heykel bütün çevresiyle birlikte vardır; bir başka ifadeyle, heykelin önünde, arkasında, yanında nasıl yapılar var, bu konumlandırmada çok önemli. Hatta bunun için heykele yukardan kuşbakışı bile bakılmalıdır. Akdeniz Heykeli, şimdiki konumuyla, arkasındaki binaya sırtını dönmüş durumda. İlhan Koman’ın bu değerli eserinin, İstanbul şehrine armağan edilmesi gerektiğini düşünüyorum, onun için olası en görkemli yerin bulunması, şehrin çok iyi bir yerine, toplumun görebileceği bir yere konumlandırılması gerekli. İlhan Koman ancak bu şekilde yaşar. Aksi halde, Zincirlikuyu’ndaki bahçede, otoparkın olduğu yerde figüran olarak durur. Meldâ’dan konuşurken, İlhan Koman’a geçtik; çünkü İlhan çok mühim, ama Meldâ da çok mühim; Meldâ’nın mühimliği şurada: Sanatçılara müthiş sıcak davranırdı; buna ek olarak, sanatçıları onurlandıran, sanatçıların eserlerinin bir eve girmesi için çaba gösteren ve bundan haz duyan bir yaklaşımı vardı; maddi çıkarları ikinci plana atan…
Biz Meldâ’yla ilişkimizi daima sıcak tuttuk. Galeride yapıtları sergilenen sanatçıların anılarını / düşüncelerini bir araya getirme çabasının sonucu olarak büyük bir kitap ortaya çıkıyor yakınlarda inşallah. Meldâ’nın galerisinde sanat yapmış sanatçılara, ilgili dönemle birlikte ışık tutan bir çalışma bu. Gerçekten de altmışlı yıllar resim sanatımızın durumu açısından ülkemizde hiç bilinmeyen bir dönem. Galeri yok, çerçeve yok; bir resmin nasıl paspartulanacağı, nasıl çerçeveye konulacağı bilinmiyor. O bakımdan Meldâ’nın burada bir Don Kişot tarafı var. Yaşamındaki olumlu işlere cesaretle imza atmasında, ‘Ben Bir Bizans Bahçesi’nde Büyüdüm’ isimli anı kitabında fark ettiğimiz gibi, aile kültürünün, yetişme biçiminin önemli etkisi olduğunu düşünüyorum.
Meldâ Kaptana, uzun yıllar Bodrum’da yaşadıktan sonra, ‘Ben Bir Bizans Bahçesi’nde Büyüdüm’ adlı kitabıyla aramıza döndü. Önümüzdeki dönemlerde yayımlanması beklenen, sevgi ve bilgiyle emek verdiği sanat galerisine ışık tutan kitabı, hem galeriyi tanıtması hem de dönemin plastik sanatlar ortamını yansıtması bakımından bir belgesel niteliğinde olacak.
Bu gibi insanları unutmamalıyız.’
İLHAN KOMAN
İlhan Koman İsveç’e yerleştikten vefatına değin İsveç’te yaşadı. Yaşamının en güzel eserlerini İsveç’te üretti.
Bach’ın müziğinin çok uzun bir süre sonra tekrar tadına varılması gibi, Türkiye, Koman’ın eserleriyle geç tanıştı. Koman’ın sanatsal sürecinin korunmasında oğlu Ahmet Koman’ın kuruculuğunu üstlendiği Koman Vakfı’nın önemli çabaları var.
Birbirinden farklı olan ve farklı gibi görünen türlü sanatların güzelliklerini alarak çokluk içindeki estetiğe ulaşma çabası, hem Koman’da hem de Kaptana’da görülen bir özellik kanımca. Belki de bu, bu harmoni duygusu, onları yaşamlarında farklı yakınlıklarda da olsalar, hep dost, hep birbirlerinin eş ruhu oluşlarını değiştirmedi.
Matematiğin gerçeklerini heykelin realizmine katarak ‘matematiksel heykeli’ oluşturan İlhan Koman, eserleriyle gelecek yüzyıllara göz kırpıyor. Bach’ın müziğindeki katmanlar gibi, Koman’ın heykelleri de birbirlerini tümleyen birleştiren farklı formların harikulade beraberliği…
Ayça Güzel
[1] Meldâ Kaptana Sanat Galerisi
[2] Güllü Köşk, bkz. Ben Bir Bizans Bahçesinde Büyüdüm, YKY; sayfa 7
[3] Müphem: Belli belirsiz, zor belli olan
[4] Müspet bilimler: Fen bilimleri
[5] Bkz. Ben Bir Bizans Bahçesinde Büyüdüm, YKY; sayfa 77
[6] Sanat Dünyamız, sayı 82, 2002, sayfa 194, 195
[7] Bkz. Ben Bir Bizans Bahçesinde Büyüdüm, YKY; sayfa 145, 146.
[8] Bkz. Ben Bir Bizans Bahçesinde Büyüdüm, YKY; sayfa 230.
edebiyathaber.net (24 Haziran 2019)