Türkiye’de Arkeoloji, Tarih ve Eskiçağ Tarihi gibi bilimlerin seyri ilginçtir. Batı menşeli bu bilimler, Batı’nın verdiği şeklin dışına hiç çıkmamış bir türlü yerelleşmemiştir. Batı’nın arkeoloji kaynağı ile Türkiye’ninki başkadır, dolayısıyla bu bilimlerle ilişkisinin de farklı olması beklenir; ancak uygulamada böyle olmamıştır. Örneğin, Cumhuriyetin kuruluşunda Türklerle özdeş sanılan Hitit kültürü Türkiye’deki arkeolojinin ilgi alanına girmişken, Anadolu topraklarında yeşermiş birçok başka kültür görmezlikten gelinmiştir. Hedefin Batı’ya yöneltilmesinin de bunda büyük etkisi olmuştur elbet, bundandır ki Yunan ve Roma gibi kadim kültürler, bu bilimlerde hep başrolü oynamışlardır.
Öte yandan örneğin Phrygia gibi Anadolu’da yaşamış ve büyük eserler vermiş bir kültür eskiyle ilgilenen bu bilimler tarafından ilgilenilmeye değer bulunmamıştır. Bizans da benzer bir talihsizlik yaşamış dönem ve kültürlerdendir. Osmanlı’nın İstanbul’u ele geçirmesinin ardından, Roma’nın mirasına sahip çıkar düşüncesiyle ve de mezhep ayrılıkları nedeniyle Batı bilimlerinin Batı Roma İmparatorluğu kadar ilgilenmedikleri Bizans (Doğu Roma İmparatorluğu) Türkiyeli bilimcilerin de ilgisini çekmemiştir. Yaklaşık 1000 yıllık bir kültür, Batı’da revaçta olmadığı ve Cumhuriyetin ideolojisine uygun düşmediği kanısıyla yok olmaya mahkûm edilmişti. Bununla da kalmayıp Türk sineması Bizans’ı hafif meşrep kızları ve “kahpe” insanlarıyla kasıtlı olarak ötekileştirmiştir. Son yıllarda, en azından sosyal bilimlerde, bu ideolojik çarpıklık terk edilmeye ve bu alanlarda önemli araştırmalar yapılmaya başlanmıştır. Bununla birlikte bilim geleneklerinin oluşumu açısından bir eksiklik kendisini göstermektedir.
Şahin Kılıç’ın yazdığı ve İthaki Yayınları’nın yayımladığı “Bizans Kısa Kronikleri (Chronica Byzantina Breviora): Osmanlı Tarihinin Bizanslı Tanıkları” isimli kitap bu değişimin kanıtı gibi görünmektedir. Özellikle de Osmanlı’nın erken dönemlerine ışık tutan bu çalışma tüm sosyal bilimcileri ve hatta tüm bilim insanlarını ilgilendiren bir çalışma ortaya koymuş. “Bizans döneminde ve Post-Bizans döneminde yazılmış Yunanca yazmaların boş sayfalarına veya sayfa kenarlarına, kısaca olayın ve kronolojinin kaydedildiği, birbirleriyle bağlantılı notların bir araya getirilmiş halini Kısa Kronikler diye adlandırabiliriz… Coğrafi olarak Doğu Akdeniz’e odaklanmış olan kroniklerin çoğu Athos, Patmos, Selanik ve Ortodoks inancın önemli büyük manastır cemaatlerinde keşişler veya diğer din adamları tarafından yazılmıştır. Dolayısıyla sadece merkezdeki kilise ve manastır hiyerarşisinin, politik ve entelektüel elitlerin bakış açısını değil, aynı zamanda Bizans sonrası Ortodoks ve Yunanca konuşan geniş sosyal tabakaların görüşlerini de yansıtır.” Şahin’in özetle bu şekilde tanımladığı bu belgelerin zenginliği oldukça şaşırtıcıdır. 14-16. yüzyıllar arasını kapsayan bu belgeler, önemli yapıların inşasından, depremlere, veba salgınından gök olaylarına kadar müthiş bir zenginlik içermektedir.
Bizans Kısa Kronikleri, her şeyden önce tarihlendirme sistemiyle dikkati çekmektedir. Kutsal Kitaba dayalı bir tarihleme ihtiyacı duyulduğunda Bizanslılar ortak bir kronoloji oluşturabilmek amacıyla bu hesaplamayı yapmışlardır. “Dünya Yılı veya Türkçe terminolojide Hilkat Yılı olarak bilinen dünyanın Yaratılış (Creation/İncarnation) tarihi, Miladi takvimin başlangıç noktası olan İsa’nın doğumundan 5508 yıl öncesidir.” Dolayısıyla Kısa Kronikler‘de belirtilen tarihten 5508’i çıkardığımızda Miladi tarihi elde etmiş oluyoruz.
Bu kronikler arasında belki de en çarpıcı bilgiler içereni Konstantinopolis ve Ayasofya ile ilişkili olanlarıdır. Ayasofya’nın İmparator Büyük İoustinianos tarafından 6349 yılında inşa edildiği bazı belgelere yansımıştır. Bir kronikte ise İstanbul’un yeniden bir başkent olarak inşa edilmesini sağlayan Büyük Konstantinos’un mezarındaki kehanet içerikli bir yazıttan söz edilmektedir. Rivayete göre, bu yazıtta okuduklarını yorumlayan Büyük Başpiskopos Scholaios, imparatorluğun düşeceğini ve beş Müslüman komutanın Konstantinopolis’te hüküm süreceğini öngörmüştü. Aynı kronikte Kserolophos forumundaki başka bir yazıtın da bu kehaneti desteklediği ifade edilmektedir. Bir başka belgede ise 7039 yılı, dört ay boyunca Kuyruklu Yıldız’ın öğleye kadar göründüğü zaman olarak kayıtlara geçmişti. Halley kuyruklu yıldızının tarihe düşülmüş kaydıydı bu kısa kronik.
İstanbul’da bir deprem riski üzerine çokça konuşulurken, kronikler arasında rastlanan ilginç bir deprem kaydı oldukça etkileyicidir. “6852 yılı… Hıristiyanların hamisi İmparator İoannis Palaiolegos ve İoannis Kantakouzenos zamanında… Ekim ayının 18’inde, Cumartesi günü, korkunç bir deprem oldu, o kadar büyüktü ki pek çok farklı bölgede, özellikle de Konstantinos’un şehrinde pek çok duvar yerle bir oldu. Ve aynı gece, gecenin saat 1’inde, tekrar çok büyük ve korkunç bir deprem oldu, deniz dahi dengesini yitirdi ve sınırlarını aştı. Ve bu taşkından dolayı denizde bulunan gemiler pek çok dar sokaklarda uzak bölgelere dağılmış haldeydiler. Ve gemilerin karada kaldığı bölgeye doğru yön değiştirdim.”
1343 yılına denk gelen bu tarihte tsunami yaratan bir depremin olduğu ve teknelerin dalgalarla birlikte sokaklara kadar taşındığı anlaşılmaktadır.
Bizans belgelerinin kıyı-köşelerinde kalmış bu belgelerin Türkçeye kazandırılmış olması, büyük bir kazançtır. Belgelerin çevirilerinin yer aldığı bu kitap işlenip değerlendirilmek üzere pek çok bilim insanına ham veri sağlamaktadır.
İsmail Gezgin – edebiyathaber.net (12 Kasım 2013)