Eğer hâlâ Johann Peter Eckermann’ın “Goethe ile Konuşmalar”ını başucu kitabınız yapmadıysanız, yaşama yolculuğunuzda eksikliğiniz vardır, derim!
Öğrenme yolculuğunuzun, hatta yaşamınızda size eşlik eden düşüncelerin, bir o kadar da duyguların ne olduğu kadar nerede/nasıl biçimlenegelerek sizde bir duyuş/bakışa dönüştüğünü görebilmek için Goethe bir kılavuz olabilir. Dahası, bu soy sanatçıların çağdan çağa aşan düşünceleri; bunları var eden koşulların gücü, zamanın ruhu ve elbette ki yaşanmışlıklar bir biçimde o yaratıcının dünyasına bir bir yansır.
Geçen gün Zülfü Livaneli ile konuşurken böylesi bir karşılaşma/buluşma ânının, bir tür Eski Yunan’daki söyleşimlere benzer niteliğe bürünerek, ortaya çıkması sanki giderek zorlaşıyor düşüncesinde buluşmuştuk. Ötesi, yaratıcı bir ruhun yaşamının bütün dönemlerini içeren entelektüel bakışa bugün daha çok gereksinme duyduğumuzu konuşurken ortaya çıkmıştı bu düşünce.
Gene böylesi bir düşünce ekseninde konuştuğumuz Haluk Bilginer, bunu şöyle dile getirmişti: Öylesi bir diyalog biçimi kurabilmek için kişiler birbirlerini çok iyi tanımalı, hatta işine, uğraşına, yaşantısına yakın durmalıdırlar…
Bu iki buluşmada beni “söyleşim” düşüncesine taşıyan şuydu: İki yaratıcı insan, sizli-bizli, dedim-dedili bir söyleşi yerine, kendilerine eşlik eden düşünceleri, duyguları ve yaşama deneyimlerini/birikimlerini belirli bir zaman ekseninde oturup konuşmalı, tartışmalı ve yazıya geçirmeliler.
Evet, öteden beri birçok yazın/düşün insanıyla birebir yaptığım kısa/uzun/kapsamlı söyleşilerin amacı biraz da buydu. Sayısı üç yüzü aşan söyleşi ve söyleştiğim onlarca kişi… Bunların içinden birkaçını seçip kitap yapma çabası…
Gene de dönüp ardıma baktığımda benim için yeterli olmadığını düşünüyorum. Nedenine gelince birçok şeyi sayabilirim hemen:
- Kendini yazamamak gibi anlatamamak sorunumuz da var,
- Çoğu kişinin uğraşı ve yaşamına dair çok açık olamaması,
- Entelektüel donanım yetersizliği,
- Taşıyıcı olma düşüncesini düşünmemeleri,
- Belgesiz ve arşivsiz çalışmanın engeli,
- Uğraşılarını çoğu ikincil iş olarak görememeleri,
- Bu tür bir söyleşim için yeterli zaman/emek vermemeleri,
- Toplumun tarihsel/kültürel belleğini oluşturabilecek bu tür çabalara kurum ve kuruluşların ilgisizliği,
- Adeta belgesel-kitap niteliğine bürünebilecek bu çalışmaların akçeli yanı, ne getirir-götürür özellliğinin hep ön planda tutulması, vb.
Evet, bunlar çoğaltılabilir. Ama asıl önemlisi ise yazarın/sanatçının buna bizde çok da hazır olmaması. Üstüne üstlük yayıncıların bu konudaki güdük bakışı, yani bir anlamda “proje üretme” yerine hazır olana sarılmaları.
Tarık Ali’nin “Edward W. Said ile Konuşmalar”ını okurken karşıma çıkan da buydu. Yani ötedeki yayıncıların bizlerden farklılığı. Biz ancak yapılıp kotarılanı, hazır olanı alıp “kullanma”yı biliyoruz her alanda.
Yıllar önce hatırlarım, Gül Işık’la bir dizi projesinin ilk kitabını konuşuyorduk. Marakeş’e gidip Juan Goytisolo ile böylesi bir söyleşi kitabı hazırlayacaktı. Bunun benzerini de dönüşümlü olarak yerli yazar düşün insanlarımızla gerçekleştirecektir. Burada konuşulan kişi kadar o söyleşimi yapanın da kimliği önemliydi. Yani tek yönlü bir bakış/değerlendiriş/anlatış olmayacaktı. Yayınevinin buna bütçe ayıramaması o projeyi eksik bırakmıştı.
Demem o ki; hâlâ yayıncılar başkalarının entelektüel aklının peşinde. Doğrudur, olmalıdır da! Ama kendi akılları/birikimlerini yayın çizgilerine yansıtamadıkları sürece böyle kargo yayıncılığa devam ederler. Bu tarz kitapları “ithal” ederek de yayıncılık yaptıklarını sanırlar.
Evet, yakınırız; düşünce ortamımızın çölleşmesinden. Acaba bu değirmene su taşıyan da biraz bu soy yayıncılar değil midir?
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (3 Nisan 2018)