Tüketim kültürü ve kodlarıyla alabildiğine kuşatılmışken, tektipleştirme evrensel diye ambalajlanıp dururken, yerliliğin ne olduğunu, “biz”in nerede başlayıp nerede bittiğini anlamak gittikçe güçleşiyor. Bir taraf dersini çok iyi çalışmış, durmak nedir bilmiyor, siz neyi sevdiğinizi, neyi tercih edeceğinizi düşünürken çoktan seçmeli şıklardan birine yönelmiş buluyorsunuz kendinizi. Hamasetten ve kuru nutuklardan öteye gidemeyen diğer tarafsa, arkasını boş, bomboş bıraktığı söylemiyle insanları daha da uzaklaştırıyor kendisinden. Yerlilik diyor karşılığı yok, biz diyor mazrufu yok. Moğolistan’ın uçsuz bucaksız bozkırlarını terk edip dünyanın en çirkin şehirlerinden Ulan Batur’un teneke evlerine sığınma gerekçesiyle, ana-ata yadigârı kök boya kilimlerle makine halıları değiş tokuş etme gerekçesi aynı: Hayatı kolaylaştırmak! Keşke haklı olsalardı, en azından kolaylaştırdıkları hayatta mutluluk ekip biçselerdi. Öyle olmadı ama, göçmeyip konmak, geniş bozkırlardan tapusu üzerimizdeki evlere sığmak bizi halsiz mecalsiz bıraktı.
Dirim gücünü yitirirken, iki dipdiri resimli kitapla buluşmak acımı bir nebze hafifletti. Bilgisayar üzerinde anlamsızca çizilip basılan halı desenlerinden kaçıp güzelim kitaplardaki desenlere sığındım. Göçerlerin hikâyeleriyle ben de çıktım yola, kıl çadırlarda radon gazına yüz vermeksizin soludum havayı. Güneşe sırt çevirmeden gölgelendim. Keçilerle kafa kafaya tokuşup güzelim kirpikli develeri gözlerinden öptüm, yundum arındım.
Büyükannemin Sarı Keçisi, içeride başlayan öyküyü dışa taşırıyor. Şafak Okdemir, bir dönem haberlere sıkça çıkan, akıbetlerini merak ettiğimiz Sarıkeçililerin varlık ilmekleriyle tanıştırıyor bizi. Minnacık desenlerle ulu dağlar arasında mekik dokuyarak, mikrodan makroya tutarlı ve bereketli bir insanlık resmi kotarıyor. Baş ana dedikleri büyükannenin dizine oturanlardan biri de belki yazarçizerin ta kendisi. Baş ana nasıl başa geçti; dalavereli, dolambaçlı seçimlerden çok ötede liyakatini nasıl gösterip akıllar ve gönüllerce onaylandı onu dinliyoruz ötekisi olmayan bu güzel mecliste. Neredeyse kurtla kuzunun kardeş olduğu masalsı miladı duyumsuyoruz. Gene de çiğ bir ütopya, gerçekleşmesi mümkünsüz bir düşte değiliz. İmkân içinde düzülüyor güzelim kervan.
Şafak Ana, büyük hikâyeyi anlatıyor anlatmasına ya, burada durmuyor başka güzelliklere göz kırpıyor. Yunandan ödünçle etnoğrafya dediğimiz patikalarda çelimli çalımlar atıp, dirim derelerine dalıp dalıp çıkıyor. Hemen her sayfada, sayfanın her köşesinde, her nesnenin süsünde püsünde, boyaması bezemesinde küçük dünyaların derinliğini muştuluyor. Tam da o demde dile geliyor yerel. Biz nasıl bir şeydik hatırlar gibi oluyoruz. Turist kılığında kabaca gözlediğimiz taç kapılardaki desenlerden vaktiyle evlerimizde de varmış. Yanımız yöremiz renk, desen, form, anlam mecazmış, hayatın içine ustalıkla kakılmış sanat ve zanaatmış, ah ki ne geç ayıkıyoruz! Tektipleşme silindiri geçmiş üzerinden, takas etmişiz kervan dolusu anlamla kof metayı. Konforlu evlere konup konup donmuşuz. Diller, kültürler, çadır içindeki süslemelerle birlikte ölüyor doğa da. Aynı çiğ, aynı kurnaz tecimevinin hinlikleri bunlar. Neyse ki umutsuz komuyor bizi yazar. Bebeden neneye sabırla direniyoruz, dağın heybetine kör, suyun, rüzgârın çağrısına sağır, kurdun kuşun, kuzunun oğlağın hakkına duyarsız olmayanlar hâlâ var ve aslında biz buyuz.
Sarıkeçililerin hikâyesini kaldığı yerden anlatmaya devam ediyor sanki Sevtap Sarıca. Ancak bu kez dışarıya, dağlara derelere değil yolculuk, içeriye ta içeriye. Hayatın üzerinde özetlendiği kilimlere dalıyoruz. Sarıca’nın kitabı Ayşe’nin Kilimleri, anlatmaya öncelik verdiğim akranından daha önce yayınlanmış bizi hayretlere bulamıştı. Neredeyse bilmemeye başlayıp yabancılaştığımız kilimin öyküsünü dile getiriyordu. Ayşe de bizim gibi pek anlamıyordu kilimin dilinden. Ninesi anasına öğretmiş, anası bildiğini ilmek ilmek kilime işlemişti. Ayşe bakıyor, dinliyor, durup düşünüyor ama bir türlü anlamıyordu. Aslında anlıyor henüz demi tamamlanmadığından anladığını anlamıyordu. Bazen gündüz düşünde, bazen uzun yalağuz bir yürüyüşte, bazen de huzurlu bir uykunun mis gibi rüyasında demlenir anlam. Ayşe’nin payına ürüya düşüyor. Uyanıkken tanık oldukları sırrını uykuda ele veriyordu. Ayrılık, yoksulluk ve ölümden bahseden türkü rüyasına eşlik ediyordu belki de. Kirkitlerin tezgâha vururkenki takırtıları, tukurtuları içinde deveye binmiş gidiyordu. Düğünde oynuyor (kitapta dans ediyordu diye yazılması garibime gitti, kitap sankine kendi varlığına aykırı bir tercihte bulunmuş) ejderhanın üstünde kuşlara yaren olup göğe ağıyordu. Hayat ağacının tepesine çıkıp yıldızlara dokunuyordu. Kaplanla, geyikle, kuşla, koyunla ve kuzucuğuyla ortak kaderinin peşinde kâh bir yumak, kâh boya kâh desen oluyor, anlamadığını sandığı kilimle bütünleşiyordu.
Yazar Sevtap Sarıca ile çizer Sevtap Sarıca’nın verimli paslaşması yalın bir hikâyenin çatılmasını kolaylaştırıyor. Kolaja başvurduğu yerlerde kitabın etnografik esprisi güçleniyor. Gene de kilimin, halının tamamiyle sergilendiği yerlerdense, kilimin içindeki bir desenin büyültülerek Ayşe’nin içinde salındığı sayfaları daha çok sevdim. Durağanlık yerine hareketin öne çıktığı, öykü akışının tıkanmadığı, tekniklerin harmanlandığı, desenin adeta tercüme edildiği sayfalar…
İki güzel kitabımız var artık, bizi biz yapan estetik derinliğimizin nişanesi iki kültür varlığı. Dev bir tecimevine dönüşmeye başlayan dünyamızı incelikleriyle yeniden hatırlatan iki zarif ilmek. Çocuklara yaraşır iki yâren.
Adnan Saraçoğlu – edebiyathaber.net (26 Ağustos 2021)