Felaket üzerine yazmak ve konuşmak sıkıntılı ama dünyanın içerisinde bulunduğu durumdan dolayı bu konuda tartışmayı sürdürme gerekliliği de var sanki. Bu nedenle de Adorno’nun şu cümlesi hâlâ önemli bir yerde duruyor bana göre, şöyle söylüyordu: “Sanat ki artık düşünümsüz olamaz, şenlikten kendi isteğiyle vazgeçmek zorundadır. Onu buna zorlayan da her şeyden önce yakın geçmişte gerçekleşmiş şeylerdir. Auschwitz’ten sonra şiir yazılamayacağı cümlesinin mutlak bir geçerliliği yoktur ama şu kesin ki Auschwitz geçmişte mümkün olduğu kadar ve belirsiz bir gelecek boyunca da mümkün kalacağı için, şen sanat artık tasavvur edilemez.”[1] Evet, “Auschwitz’ten sonra şiir yazılamayacağı” kesin geçerli bir durum değildi ancak anlamın artık eskisi gibi olmayacağı da ortadaydı. Tanık olunan karşısında tanık olanın, sonradan öğrenenin ifadesini yaşananlar elbette değiştirecekti çünkü artık konuşan veya yazan dehşetin öncesindeki kişi değildi. Yaşananın dışında kalmış, ölmemiş, sonrasında da ölememiş olmanın ağırlığıyla hayatta kalmaya çalışandı.
Bu konu üzerine tekrar düşünmeye başlamamın bir sebebi var aslında, geçtiğimiz haftalarda Türkçeye kazandırılan Maurice Blanchot’nun “Felaket Yazısı” adlı kitabı. Bu metin de felaketi yazmak üzerine konuşmak açısından oldukça önemli çünkü Blanchot kitapta felaketi yaşayan ve tanık olan özne üzerinden konuya yaklaşırken, onun artık “kendisi” olmaktan çıktığına işaret ediyor. Sanıyorum ki onun işaret ettiği felaketi asıl yaşayanın değil de ona maruz kalanın, tanık olanın konumu. “Felaket her şeyi olduğu gibi bırakırken, her şeyi harap eder. Tek tek şu kişiye ya da bu kişiye erişmez, “ben” onun tehdidi altında değilimdir. Korunmuş olarak, kenarda bırakılmış olarak beni tehdit ettiğinden dolayıdır ki, felaket bende, benim dışımda olanı, edilgin olarak başkası durumuna gelen benden, bir başkasını tehdit eder.”
Buradaki dışarıda kalma durumu Levinas’ın şu bahsini getiriyor akla; “İmkânsıza bakan kişi için, dünyada yalıtılma ve terk edilme duygularıyla hiçbir ortak örtüsü olmayan, özsel, gururlu ya da umutsuz bir yalnızlık buradan kaynaklanmaktadır. Kendisini dünyalar halinde kurmaktan, aciz imkânsızlıkların, ıssız ve üzüntülü alanındaki yalnızlıktır bu.”[2] Çünkü “imkânsıza bakan kişi” için artık normal bir öznelik durumundan söz edilemez, onun konuşması “kişisiz” bir konuşma olarak varlığını sürdürür, kendisine ait olmayan bir konuşma, mırıltı. Bu “kişisiz” konuşma ise Blanchot’nun “Felaket Yazısı” metninde sıklıkla üzerinde durduğu “edilginlik” kavramıyla da ilişkileniyor bana kalırsa. Bu “edilginlik” hâli kesinlikli bir yokluk durumu değil. “Edilginlik. Çeşitli edilginlik durumlarını aklımıza getirebiliriz: mutsuzluk, toplama kampındaki nihai ezilme hâli, yoksunluğa düşmüş efendisiz kölenin esareti, ölümlü oluşun farkında olmadan ölüp gitme. Tüm bu durumlarda, çarpık ve kestirme bir bilgiyle de olsa, kimi ortak özellikleri tanırız: anonim oluş, kendiliğin yitimi, her türden egemenliğin ama aynı zamanda astlığın yitimi, ikametin yitimi, yerden yoksun yanılgı, mevcudiyetin olanaksızlığı, dağılma.” Diyor Blanchot, buradan anladığım felakete uğramış öznenin içerisinde bulunduğu hâl yine, bu özne artık kendisi olamayan bir özne “bensiz ben”, geçmişin aşılamaz olanının getirdiği çileli olma durumunda kalan, katlanmak zorunda olan, sabreden, geçmişi “unutuşa” bırakmış, “daha şimdiden başa gelmiş” olan nedeniyle geleceği bile şimdisiz olan belki de.
Blanchot’nun ısrarla vurguladığı bu “edilgin” olma durumu yine Levinas’ın “il y a” kavramını getiriyor akla,[3] şöyle tanımlanıyor: “var’ın, varolanı olmayan varoluş, olanı olmayan olmak” aslında “genel olarak olmak”. Bu “kaçarı yok” bir varoluş durumu, “evrensel yokluk da bir mevcudiyet, hiçbir şekilde önüne geçilemez bir mevcudiyet” öznenin kendi kişisel varolma gücünden mahrum olduğu, “edilgin” olma hâlindeki gibi dehşete maruz kalmış, gücü yetmeyen bir öznelik hâli bahsedilen. Kişisiz, kendiliksiz bir özne. Blanchot, Kâtip Bartleby örneğini veriyor edilgin olma durumu için oradaki “yapmamayı tercih etme” ona göre, “bir inkârdan daha fazlası olan hâttâ daha ziyade bir feragat olarak el çekme, (asla telaffuz edilmemiş, aydınlatılmamış) bir söylemeden vazgeçiş; ya da daha ötesi ben’in terk edilişi olan bir özveri, kimliğin geride bırakılışı, kendiliğin reddi…” Bartleby var, mevcut ancak yapmaya yetecek gücü yok, kendi rızasıyla “yapabilecek” olduğundan vaz geçmiş bir “edilgin” hâl içerisinde, yapabilirlik ile yapmama arasındaki bir durum bu. Kısacası, “edilgin” olma; felakete maruz kalmanın getirdiği bir olma biçimi olarak anlaşılabilir sanırım, tam bir varlık olamayan ancak “hiç” de olamayan bir şekilde dehşete tanıklık etmiş ancak ölememiş olanın zorunlu olarak içinde bulunduğu durum ki yaşadığımız dünya itibariyle çok da uzak olmadığımız bir mevcudiyet hâli.
Peki, böyle bir durumun yazısı nasıldır? Artık kendisi olmayanın, ben olmayan ben’in, kişisiz olanın yazısı. Blanchot bu konuda şöyle söylüyor, “yazı ile edilginlik arasında bir ilişki varsa, bu da ikisinin de öznenin silinmesini, takatsizliğini varsaymasıdır: bir zaman değişikliğini varsaymasıdır: yani olmak ile olmamak arasında, henüz gerçekleşmemiş bir şeyin yine de meydana geldiğini, daima çoktan çıkıp gelmiş olarak başa geldiğini varsaymasıdır – nötr olanın başı boşluğu (esersizliği) parçalı olanın sessiz kırılganlığı…” Aslında bu Blanchot’nun eserlerini hatırlatıyor, öznesiz konuşma, varlığın dışına çıkma ve ne yapılsa dilini yetiremeyecek olan takatsiz varlığın mırıltısı, hem yok hem de mevcut olanın bir “dışarda varlık” ile anlatımı. Örneğin; “Karanlık Thomas”.[4] Thomas var ile yok arasındaki boşluktadır, mevcut olanın yokluğunda, gerçek üstü olanın gerçekliğinde dolaşır durur. Bildiğimiz ama aynı zamanda bilmediğimiz bir yerdedir, “edilgindir” Blanchot’nun bahsettiği o nötr alandadır. Yine bir başka metin “Ölüm Ânım”[5] bu metinde de var olan ama ölü bir yaşam sürenden bahsediyordu Blanchot, “Gelgelelim, silahtan kurşunun henüz çıkmadığı fakat çıkmak üzere olduğu o anda, orada, nasıl yorumlamam gerektiğini bilmediğim –yaşamdan arınma mı, sonsuzun açılması mı- bir hafiflik hissi kalmıştı geride. Mutluluk da değil, mutsuzluk da. Korkusuzluk gibi de değil belki şimdiden öteye bir adım. Biliyorum; bu çözümlenemez his, onda varoluştan geriye ne kalmışsa değiştirdi, böyle düşünüyorum ben. Sanki dışarıdaki ölüm bundan böyle yalnızca ondaki ölüme toslayabilecekti. ‘Hayattayım. Hayır, sen ölüsün’”. “Onda varoluştan ne kaldıysa değiştirdi” derken ifade edilen yine bahsetmeye çalıştığımız o “edilgin” durumu çağrıştırıyor ne var ne yok olma durumu yani, artık hiçbir şekilde eskiden olduğun özne olamama, hayatta ama gücü yetmeyen olmanın getirdiği bir ölü hâl.
Blanchot’nun “Felaket Yazısı” parçalı bir metin her cümlesi üzerine ayrı ayrı söz söylemek gerek benim fikrimce. Hele ki her gününe neredeyse bir felaket düşen dünyada ve felaket anlatısının kolaylıkla bir sosyal medya paylaşımına veya herhangi bir edebiyat metnine dönüşüverdiği çağımızda. Felaketi göstermek önemli belki ama onu “normalce” anlatı nesnesine dönüştürmemek de mühim bana kalırsa çünkü felaketi yaşayan kolayca dile getirebiliyorsa sanki orada da bir sorun var gibi. Bu nedenle bu metnin Türkçeye kazandırılmasına oldukça mutlu oldum. Kitap Monokl tarafından, Aziz Ufuk Kılıç çevirisi ile basıldı. Bu metin üzerine daha konuşacak çok şey olduğunu düşünüyorum kendi girişimi yapmış olayım.
Emek Erez – edebiyathaber.net (13 Kasım 2017)
[1] Adorno, W.T., (2004), “Edebiyat Yazıları”, (Çev. Sabir Yücesoy, Orhan Koçak), s. 155, İstanbul: Metis.
[2] Levinas, E. “Maurice Blanchot Üstüne” (Çev. Kudret Aras), s. 19-20, İstanbul: Monokl.
[3] Haz. Direk, Z., Gökyaran, E. (2010), “Sonsuza Tanıklık, ‘Emmanuel Levinas’tan Seçme Yazılar’” , s. 50-57, İstanbul: Metis.
[4] Blanchot, M. (2015), “Karanlık Thomas”, (Çev. Sosi Dolanoğlu), İstanbul: Metis
[5] Blanchot, M. “Ölüm Ânım”, (Çev. Bahadır Turan), s.18, İstanbul: Encore.