Blanchot denince aklımıza “açıklanamayan” bir yazı üslubu gelir. Bu nedenle onun metinleri ve karakterleri üzerine yapılacak yorum her zaman sınırlı olacaktır. Çünkü onun metinleri öznesiz metinlerdir. Ne okur o metne özne olabilir ne de bildiğimiz klasik yazımlardaki gibi arkadan dikte eden bir yazar vardır.
Blanchot metinlerinde kendini yok eder ve okur da yok olur. Karakterlerini bir boşluğa bırakır, varlığın ve yokluğun boşluğuna. Örneğin; “Karanlık Thomas”[1] karakterini düşünelim, Thomas vardır okurken bilirsiniz ama o ne bu dünyadadır ne de başka dünyada yani hem bu dünyada olduğunu hissedersiniz hem de bilmediğiniz başka bir yerde olduğunu, bir kesinliği yoktur. Yazar onun boşluğunda okuru da kaybeder. Onunla birlikte hem varlığı hem yokluğu duyumsarsınız bir yandan “hiç” olduğunuzu kabul eder, diğer yandan o karakter boşluktan çıkış yakaladığında ve varolduğunu hissettiğinde siz de onunla birlikte varolursunuz. Aslında insani olan yani bazen “hiç” olduğunu hisseden, bazen de varlığını hisseden bir duruma karşılıktır bu, insandır. Blanchot sizi varolma durumuna hem yaklaştırır, hem uzaklaştırır böylece o metnin bir yerindesinizdir ama bunu cümlelere dökmek zordur çünkü ne yazar size bunu açıkça söyler ne de siz böyle bir sonuca varacak yetkinliğe sahip olabilirsiniz.
Blanchot’ya göre her eserin bir zamanı vardır o bu konuda şöyle der ; “Her eser durum ve koşulların eseridir: Bu demektir ki bu eserin bir başlangıcı vardır, zaman içerisinde başlamıştır ve zamanın o ânı eserin bir parçasıdır, çünkü o olmasaydı eser aşılmaz bir sorundan, yazmanın olanaksızlığında başka bir şey olmayacaktı.”[2] Zamanın bir ânı o eserin varoluşuna sebep olur ve o an eserin de bir parçasıdır. Yazar o ânı eseriyle var ederken aslında kendisini de var eder yani yazar, belirleyici olan an ve metin arasında bir var ediş ilişkisi vardır. Ama Blanchot açısından duruma baktığımızda onun metinlerinde kesin bir yer ve zaman olmadığını da görürüz. Örneğin; “İdil”[3] adlı anlatısında bir düşkünler yurduna sürgün edilen “yabancı” karakterini ele aldığımızda, bu düşkünler yurdunun nerede olduğuna, yabancının nereden, ne zaman sürüldüğüne dair bilgi yok gibidir. Ancak “yabancılık” durumu, bir düşkünler yurdunda ıslah edilmenin disiplinel boyutu ve bir sürgünün hislerinin ne olabileceğine dair pek çok ayrıntıyı sezersiniz. Bu anlamda bu metin yersiz, yurtsuz, zamansız bir yerde durur. Zamanın bir ânında kaybolmuştur ama şunu hissedersiniz dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir sürgün “yabancı” olmanın anlamını benzer hissedecektir. Yani Blanchot aslında bir zaman ânı almıştır bu zaman dünya tarihinin ve insanın herhangi bir zamanı olabilir. Böylece yazar o ânı zamanın dışına çıkarmış, kesinlikten uzaklaştırmış ve bizi sezgilerimizle baş başa bırakmıştır. Onu tarihte bir yere yerleştirebiliriz ama okur açısından da bu durum kesin olmayacaktır çünkü burada okurun kişisel belleği belirleyici olacaktır.
“Yabancı” anlatısı benim gibi metni ilk okuyanın aklına Aushwitz’i getirecektir belki ama Blanchot kitabın sonunda bu metnin Auswitz öncesi bir anlatı olduğunu belirtiyor. Ve şöyle diyor; “Ölümle son bulmayan ve bu ölümün karanlıklaştıramayacağı bir göçebeliğin anlatısıdır bu; çünkü anlatı yabancıya yabancı olan ‘olağanüstü ve zafer dolu gökyüzünün’ olumlanmasıyla sonuçlanır. Ve anlatı, söylenilen şeylerin ışığının, en mutsuz sözde bile, yıldızsız geceyi, karanlık gecenin her zaman şeklini değiştiren şu hafif ve havamsı ışıma şeklinde aydınlatmaktan geri kalmayacağını söyler.”[4] Burada yazarın anlatılarının bir özelliğini de keşfediyoruz aslında, buna “anlamın tersine çevrilmesi” veya “olumsuzluğun olumlanması” diyebiliriz. Burada gecenin gücünü, aslında ölümün bir sonsuzluk olmadığını en karanlık gece de bile bir ışık olabileceğini, en mutsuz cümlede bile bir mutluluk bulunabileceğini yani yazarın metinlerinde hislerin bildiğimizin dışında tersi bir durumu ifade edebileceğini görürüz ve bu bir şekilde verili anlamın dışına çıkmaya sebep olur. Böylece öğrendiklerimizi “unutuşa” bırakırız ölümün ve karanlığın başka bir şeyin göstergesi olabileceğini sessizce duyarız.
Blanchot’nun okur ve yazar hakkında söyledikleri de önemli bana kalırsa. Ona göre; “okur içinde bilinmeyen bir şey, farklı bir gerçeklik, onu dönüştürebilecek ve onun da kendi içinde dönüştürebileceği ayrı bir ruh bulacağı bir yabancı ister. Bir okur kitlesi için yazan yazar aslında yazmaz: Yazan o kitledir ve bu nedenle de bu kitle okur olamaz artık; okuma görünüşten başka bir şey değildir, gerçekte bir hiçtir.” [5] Böyle bir okurluk ve yazarlık durumunu düşündüğümüzde aslında ortaya şöyle bir “hiçlik” durumu çıkıyor gerçekten de kendisini kimin okuyacağını bilerek yazan yazarın eseri kendisi tarafından değil, hitap ettiği kitle tarafından belirleniyor, kendisini bir kitleye dâhil eden okur ise kendisi tarafından değil kitlenin düşünüş biçimi tarafından yönlendiriliyor. Bu şekilde ortaya çıkan eser bir kitlenin belirlenimine kapatılmış oluyor. Eser “hiçleşiyor” çünkü duyulan ses ne yazarın, ne de okurun sesi oluyor. Bireysel bir edim olmasının ötesinde kitlesel bir ses, kitlesel bir hakikat, rahatsız etmeyen, bağıran, konuşan ve ne diyeceği belli olan bir yapıt.
Blanchot’nun yazı deneyimi üzerinde durulması ve konuşulması gereken bir yerde duruyor bana kalırsa. Çünkü onun sessiz, açıklamayan, anlamı tersine çeviren üslubunda gizemli ve etkileyici bir yan var. Sizi “aydınlatmayan”, “bilgilendirmeyen”, etkilendiği yazarları dilin sessizliğinde gizleyen, geceyi olumlayan, gün’ü karartan bir yazı etkinliği, tanıdıkça daha çok büyüsüne kapılıp gideceğiniz, “hiç”in ve boşluğun arasından sızan ışığı görebileceğiniz ama sonuca ya da kesinliğe varamayacağınız ucu açık bir etkinlik bu.
Emek Erez – edebiyathaber.net (11 Mayıs 2016)
[1] Blanchot, M. (1993), Karanlık Thomas, Metis.
[2] Age. S. 100
[3] Blanchot, M. (1999), “Sonradan Sonsuz Yineleme”, “İdil”, s. 5-53, Kabalcı Yayınları.
[4]“ Sonradan Sonsuz Yineleme”, s. 91
[5] Karanlık Thomas, “Edebiyat ve Ölüm Hakkı”, s. 101.