Borges’in sonsuz bahçelerinde bir gezinti | Sibel Gögen

Mart 8, 2017

Borges’in sonsuz bahçelerinde bir gezinti | Sibel Gögen

sibel gögen“Cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlediğini” söyleyen Jorge Luis Borges’in öykülerinde kadın karakterlere az rastlandığı konusunda bir yazı okudum geçenlerde. İki yıl kadar önce, oğlumun ‘bir gün kendi yazdığım öykü kitaplarımı da sıralayabileceğim kocaman bir kütüphanem olması’ dileğiyle kırk sekizinci doğum günümde armağan ettiği iki kitabı, Ficciones – Hayaller ve Hikâyeler ile Alef’i kütüphanemin raflarından indirip tekrar ve yeni baştan okumaya koyuldum bunun üzerine.

Latin Amerika edebiyatında Juan Rulfo, Fuentes, Cortazar ve Marquez’in eserlerinde gördüğümüz “büyülü gerçekçilik” akımının öncüsü olan ve edebiyatta “Borgesvari” deyimine ilham veren Borges’in imgeleri, labirentleri, kısır döngüleri, kozmik metaforları, sonsuz spiralleri öylesine baş döndürücüydü ki, onun görme yetisini yitirmeye başladığı yıllarda yazdığı bu öyküler benim adeta gözlerimi açmıştı.

Arjantin edebiyatını “yoksul” buluyordu Borges. Tıpkı hayatlarımız gibi, bu yoksulluğun hayal gücü ve coşku eksikliğinden kaynaklandığını düşünüyor, yoksulluktan kurtulmak için de zengin düşleri, büyüleri, imgeleri bolca ve hakkını vererek kullanıyordu eserlerinde. Eserlerinin konularını nasıl seçtiği sorulduğunda “Bu konuları ben seçmedim, konular beni seçti. Yazarların konu arayıp seçmeleri gerektiğine inanmıyorum. Konuların yazarları arayıp bulmaları daha uygundur” diyordu.

Ficciones – Hayaller ve Hikâyeler (1944) ve Alef  (1949) yazarın ustalık döneminde kaleme aldığı tipik Borgesvari öykülerden oluşan kitaplar. 1938’de geçirdiği bir kaza Borges’in haftalarca yatakta ve yalnız kalmasına sebep olunca, nekahet döneminin ardından en iyi eserlerinden biri kabul edilen Ficciones ortaya çıkmış. 1949’da yayımlanan Alef ise onun şöhretini perçinleyen ve Arjantin’in edebiyat dehası olarak anılmasını sağlayan eseri olmuş. Her iki kitaptaki öykülerde gerçekten de fazla kadın karakter yok. Aslında çoğu karakterin cinsiyetsiz olduğu bile söylenebilir. James Woodal ön sözde “Borges her zaman âşıktı. Duyguları nadiren karşılık görmüştü ve bu onun ömrü boyunca acı çekmesine neden oldu” diyor. Belki de bu yüzden kadınlar ya da aşk onun eserlerinde çokça yer almamıştı.

Oysa doğumundan itibaren glokom hastalığı nedeniyle görme yetisini giderek tümüyle yitiren J. L. Borges’in hayatında çok önemli kadın karakterler olmuştu. Leonor Acevedo de Borges bir anne olmaktan çok öteydi oğlu için. Kafka ve Faulkner çevirileri yapan, Borges’in öykülerini daha taslakken gören, tamamen kör olduğunda Borges’e kitap okuyan, yazmasına yardımcı olan bir kadın, bir editör ve hayatı boyunca oğlunun hep yanı başında durup onu zırh gibi koruyan, kollayan bir anneydi Leonor.

Öykülerinde kadın karakterlere az rastlansa da, hayatındaki bir diğer önemli kadına, asistanı ve ölümünden kısa bir süre önce evlendiği eşine eserlerini ithaf ediş şekli bile şiirsel ve Borgesvari. Felsefi ve fantastik şiirlerinin yer aldığı “Şifre” kitabını şöyle ithaf ediyor Borges: “Evrenin bütün eylemleri gibi bir kitabın ithafı da büyülü bir eylemdir. İthafı, bir adın telaffuz edilmesinin en hoş ve en duygusal biçimi olarak tanımlamak 0499 ALEF.inddolasıdır. Şimdi ben onun adını telaffuz ediyorum: Maria Kodama. Kaç sabah, kaç deniz. Doğu’nun ve Batı’nın kaç bahçesi, kaç Virgilius.” 

Borges’in büyülü dünyasına damgasını vuran ve yaşantısının ayrılmaz bir parçası olan gerçeklik ise şüphesiz “körlük” olmuştur. “Körlük Borges’e bir şok gibi değil, kaçınılmaz bir kader gibi geldi” diyor James Woodal. 1955 yılında görme yetisini tamamen yitirdikten sonra hayata küsmeyen, tam tersine zamanın farklı akış biçimlerini duyumsama şansı yakaladığını belirten Borges Armağanlar Şiiri’nde okurlarına şöyle sesleniyor: “Kimse yakınıp yerindiğimi sanmasın bu lütfundan yüce Tanrının. Bana ilahi bir şaka yaptı, kitabı ve körlüğü aynı anda bağışladı.”

1955 yılında Arjantin Ulusal Kütüphanesi müdürlüğüne getirildiğinde yüz binlerce kitabın arasında ve kördür Borges. Sonsuz sayıda altıgen dehlizlerden oluşan ve gelmiş geçmiş kitapların tümünü barındıran “Babil Kitaplığı” adlı öyküsünde evrenin sınırsız sarmalları içindeki insanoğlunun tarihsel evrimini, sapmalarını, yozlaşmalarını anlatırken evreni kocaman, sonsuz bir kütüphane gibi düşletir biz okurlarına. Umberto Eco’nun “Gülün Adı” romanındaki labirent şeklinde tasarlanmış yasak kütüphaneyi, romanın ana karakterlerinden yaşlı, bilge ve kör kütüphaneci Burgos’lu Jorge’u J.L. Borges’ten esinlendiğini belirtmekte fayda var. Borges’in körlüğü belki de Tanrı’nın biz okurlara bir lütfu bana kalırsa.

Borges öyküleri okurken, hep bir galaksinin sonsuz sayıdaki tozlu ve kıvrımlı kolları arasında çekim gücü oldukça yüksek, merkezdeki o gizemli noktaya ulaşmaya çabalarken bulurum kendimi. Şüphesiz bazen yolumu kaybeder, bazen de kara deliklere düşerim yıldız kümeleri arasındaki bu yolculuk sırasında. Bazen bir düşün, bazen de kırık bir aynanın sonsuz kez çoğalttığı görüntülerin içinde buluveririm kendimi. Ama Borges her seferinde – “Döngüsel Yıkıntılar” öyküsünde olduğu gibi – merkezdeki, ya da her şeyin başlangıcındaki, o sabit ve kesin noktaya ulaştırır beni öykülerinin sonunda.

“Kuş uçmaz bir tan sökümünde sihirbaz, iç içe geçen alazların duvarları yaladığını gördü. Bu an suya sığınmayı düşündü ama sonra ölümün, ihtiyarlığını taçlandırmak, zorlu çabalarına son vermek üzere geldiğini anladı. Alev dilimlerine doğru yürüdü… Büyük bir dinginlikle, eziklikle, dehşetle, kendisinin de bir hayal, bir başkasının düşü olduğunu anladı.”

Borges, zamanı, yaşamı, ölümü, yeniden yaşama dönüşü, bu dünya ile bambaşka öteki dünyaları, gerçekle düşün iç içe geçtiği sonsuz bir evreni, izafiyeti sorgulatır okurlarına öykülerinde. “Yolları çatallanan bahçemi değişik geleceklere (hepsine değil) bırakıyorum” yazılı bir mektubun peşinde, çatallanmış çeşitli zamanlar içinde atasından kalan kayıp bir labirenti ve romanı arayan Yu Tsun’un işlediği cinayeti ve sebebini nefesimizi tutarak okuruz tanınmış polisiye öyküsü “Yolları Çatallanan Bahçe”de. Bu noktada Borges’in yalnızca usta bir edebiyatçı değil, aynı zamanda bir filozof, astronom, matematikçi ve fizikçi olduğunu da belirtmem hiç te abartılı olmayacaktır.

Çoğu öykü yazarı başlangıç noktasını ve girişi bulduktan sonra öyküyü yazmaya daha kolay devam edebildiğini söyler. Oysa Borges öykünün başlangıç ve son kısımlarının her zaman kendisine belirdiğini, aradaki kısmın ise muallak olduğunu ve bulması gereken öykünün de bu arada olanlar olduğunu söylüyor bir söyleşisinde. Bunu Alef’i okuduğumda çok daha iyi kavradım. Borges’in bir edebiyat dehası olarak anılmasını sağlayan Alef’te birbirinden büyüleyici on yedi öykü ve bu öykülerde az sayıda da olsa kadın karakterler yer alıyor. Woodal’a göre Borges bu kitaptaki öykülerini Estela Canto’ya kur yaparken yazmış. Zaten kitaba adını veren Alef adlı öyküsünü de Estela Canto’ya ithaf edip orijinal metinleri de ona armağan etmiş. Canto’nun öyküdeki anlatıcının karşılıksız aşkı olan Beatriz Viterbo karakteri için ilham kaynağı olduğu söylenir.

“Gözlerimi kapattım – gözlerimi açtım. Ve Alef’i gördüm. Alef’te dünyayı, dünyada Alef’i gördüm… gözlerim herkesin adını bildiği ve kimsenin bakamadığı o gizli ve ancak tahmin edilebilecek şeyi – tasavvur edilemez âlemi görmüşlerdi.”

Alef, İbrani alfabesinin ilk harfi (tıpkı Elif gibi). Borges alefi merkezine alarak bizleri sırayla uzay boşluğundaki tüm noktalardan, yüzeylerden, kimliklerden geçirerek nefes kesici bir yolculuğa çıkarıyor, sonsuzluğa, evrenin kökenine götürüp sonra yeniden geri getirip başladığımız noktaya bırakıveriyor. Üstelik kitabın en sonunda yer alan bu öyküde okurlarına bir de sürpriz yapıyor: Ölü sevgilisi Beatriz’i özleyen Borges, hem kahraman hem de anlatıcı rolünde Alef’te.

“Borges, İspanyol dilindeki en yüksel sanatsal değerlerin yazarıdır” diyor Gabriel Garcia Marquez. Tomris Uyar, Fatih Özgüven, Peral Bayaz Charum ve Fatma Akerson’un dilimize titiz çevirileriyle İletişim Yayınları tarafından 2013 yılında yayımlanan “Ficciones – Hayaller ve Hikâyeler” ve “Alef”, cennet bahçeler, labirentler, kütüphaneler, antika kitap ciltleri, Doğu ve Batı, yaşam ve ölüm, bu dünya ve ötesi arasında büyüleyici bir yolculuğa davet ediyor bizleri.

Sibel Gögen – edebiyathaber.net (8 Mart 2017)

Yorum yapın