Yugoslavya’nın dağılma sürecinde yapılan referandumla bağımsızlığını ilan eden Bosna-Hersek, 6 Nisan 1992’den 14 Aralık 1995’e kadar farklı cephelerde sürdürülen bir savaşa maruz kaldı. Savaşa bağlı nedenlerle 100 binden fazla insanın hayatını kaybettiği, binlerce sivillerin katliama uğradığı, tecavüzlerden ve türlü hak ihlallerinden dolayı hemen herkesin akli ve fiziki sorunlar yaşadığı bu bitmek bilmeyen üç yıl, dünyanın alnındaki kara lekelerden biri olarak tarihe geçmiş bulunmakta.
Etkilerini günümüzde bile sürdüren Bosna Savaşı’nda yaşanan acıları dünyaya duyurmakla görevli olan gazetecilerin arasında Türkiye’den giden de çok sayıda insan vardı. Ali Koçak da bu gazetecilerden biriydi. 1994’te Anadolu Ajansı’na bağlı Saraybosna Bürosu’nu kurmakla görevlendirildiğinde 33 yaşındaydı. Uzun zaman Saraybosna’da kalan Koçak, görevi esnasında Bosnalı Sırplar tarafından 22 gün boyunca esir bile alındı.
Koçak’ın kaleme aldığı Nişancı isimli romanı da işte bu trajediyi konu ediniyor. A7 Kitap tarafından yayımlanan Nişancı raflardaki yerini almışken, biz de kitaptan bahsetmeye başlayalım.
“Burada yarın için söz verilmez”
“Welcome to Hell!”
Bu bölümle başlıyor başlıyor Nişancı. İlerleyen sayfalarda Saraybosna’nın bir sokağında okuyacağımız bu cümle, kitabın başından beri aklımızda yer eden bir gerilim unsuru olarak duruyor. Sonra havaalanında gergin bekleyiş, Saraybosna uçağı, görevlinin, gazeteci Fatih Ünal’a yönelttiği sıkıntı dolu bakışı…
Fatih Ünal idealist bir gazeteci. Ne öyle Hollywood filmlerinden fırlamış gibi bir hali var ne de arabeske batmış duygu simsarlığının peşinde. İşini yapıp en doğru bilgileri Türkiye’ye aktarma ve mümkünse ölmeme derdinde.
Split Havaalanı’ndan kalkan bir askerî kargo uçağında kendine son anda yer buluyor. Uçağa binmeden önce de bir belge imzalaması isteniyor; bir saldırı olur da uçak düşerse BM’lerin bir sorumluluğu yoktur, imzalıyor mecburen ve ölümün kol gezdiği Saraybosna sokaklarında ulaşıyor. Hiç fırsat kaybetmeden şehrin en “lüks” oteline, diğer gazetecilerin yanına gidiyor. Bu devasa otelin sadece dördüncü katında elektrik var, duvarları havan mermilerinin isabeti nedeniyle devasa yarıklarla dolu, suları kesik ve otelde tek çeşit yemek çıkıyor, artık o gün ne bulunmuşsa.
Fatih’le beraber öğreniyoruz Saraybosna’yı. O da bilmiyor; yanındaki gazeteciler, yerel tercümanlar aracılığıyla etrafı gezmeye, haber yapmaya çalışıyor. Bu gezilerde görüyoruz ki Saraybosna’daki en değerli şeylerin başında yiyecek geliyor, öyle kolay olmuyor bulmak; en “lüks” otelin günlük ücretiyle bir kâse çorba aynı fiyat neredeyse…
Tuhaflıklar sadece bununla da sınırlı değil; mezarlıklarda yer kalmadığı için şehirdeki parklara gömülmeye başlanmış insanlar, açık kalan az sayıdaki kafe ve restoranın ön cepheleri kum torbalarıyla kapatılmış ki bir mermiye hedef olunmasın, pek çok yere konuşlanan Sırp keskin nişancılarsa öldürmek için elleri tetikte bekliyorlar; sivil, asker fark etmiyor. Sokaktaki insanlar da koşarak yürümek zorunda kalıyorlar ya da birbirlerine yardımcı oluyorlar; iki atış arası tüfeği doldurmak otuz saniye sürüyor.
Bu atmosferi anlayabilmek öyle kolay değil. Fatih’in sevgilisi olan Senka da bu yüzden “Savaş anlatılacak bir şey değil. Belki yazılır,” diyor. Ne var ki yazmak dahi anlamaya yardımcı olmuyor. (O dönemin sokaklarını, yine usta bir gazeteci olan Coşkun Aral’ın objektifinden görmek için>>>)
“Savaş çıktı düşmanlığı öğrendik”
“Saraybosna’daki hikâyelerin gerçek mi kâbus mu olduğu sorulmaz… Burada gerçek şu andır. Sen, ben ne bir an öncesi ne bir an sonrası. Az önce patlayan havan mermisi gerçek mi? Tüm bunlar gerçek olsa sence katlanılabilir mi? Kâbus! Uyanacağımız günü bekliyoruz. Gözlerimizi ovuşturup yataktan kalkacağız, pencereyi açacağız. Gün, güneşin sabah kızıllığı, ne giyineceğimizi düşüneceğiz. Ödenmemiş faturalar, kredi borcu, sevgilinin hüznü, De Faya’nın gitar konçertosu. Gerçek bunlar. Saraybosna’da yaşananlar gerçek değil.”
Fatih, gazeteci arkadaşlarıyla beraber günlük ölüm ve yaralı açıklamalarını dinlemek için toplantıya katılıyor ancak bu açıklamalar, tıpkı karantina günlerinde olduğu gibi, duygusuz sayılara dönüşüveriyor bir zaman sonra. O da bunlara inat Saraybosna’daki hayatın peşine düşüyor ama hayat da kırık dökük ilerliyor.
Fatih’in, tecavüz mağduru kadınlardan biriyle röportaj yapması da bu zamana denk geliyor. Bazı doktorlar onlara psikolojik destek çalışmaları düzenseler de gerçeğin, pardon kâbusun heybeti tahammül edilir cinsten değil. (Bu travma günümüzde de etkisi koruyor. Sadece kadınlarda değil, tecavüz sonucu doğan çocukların durumu da böyle ve sayıları azımsanamayacak ölçüde. Hatta bu çocukların dernekleştikleri DW Türkçe’nin haberinden öğreniyoruz. İlgili video için>>>)
“Bekle biraz daha eskisin yüzüm”
Koçak’ın dili de bir gazeteciye yaraşır cinsten. Kitabı okurken bunu rahatlıkla fark edebiliyoruz. Öyle ki mutlu kavuşmaları da hüzün dolu hikâyeleri de istismar etmeden kaleme almış. Duyguyla arasına koyduğu mesafe oldukça yerinde.
Bu haliyle romandaki belgeselci tavır da kendiliğinden ortaya çıkıyor. Sanki Koçak yıllar öncesinde yaptığı gibi, yeniden gidiyor Saraybosna’ya, o ölüm girdabına ve Fatih Ünal üstünden yeniden habercilik yapıyor.
Okan Çil – edebiyathaber.net (9 Haziran 2020)