Görmek, işitmek ve anlamak isteyenler için hikâyeler her yerde. Tam bu noktada hayatî bir soru çıkıyor karşımıza: Hikâyeleri yalnızca insanlar mı anlatır, hikâye anlatıcılığına sadece insanlar mı soyunur?
Mesela bazen dört mevsim anlatı hâline geliyor, gören gözler için. Bazen de bozkır… Kimi zaman da rüzgâr, bir hikâyeyi alıp başka bir noktaya götürüyor.
Tuncer Erdem’in Ben, Bozkır Yeli’nde yaptığı gibi mevsimler, bozkır ve rüzgâr, anlatıcı ve tanık kimliğine bürünüyor; gezip dolaşır, kimse tanımayıp görmediği hâlde o, hepimize bakıyor, hikâyeler toplayıp yayıyor: “Ben, bozkır yeliyim… Eserim, binyıllardan beri, gezer dolaşırım… Bu daha ne kadar sürer böyle, ne kadar ömrüm kaldı bilmem. Seninle karşılaştık ama tanışmadık daha önce. Hani sen trenle, otobüsle şehirden çıkıp uzaklara yolculuk ederken aralık camdan yüzüne çarpan bir serinlik üfler ya bozkır, ben oyum işte ya da mola yerlerinde, benzin istasyonlarında, taşranın demiryolu peronlarında, sen uyuşmuş ayaklarını açmak için yürürken yaklaştığın binanın köşesinden ani bir esinti gelir hani; şaşırırsın, şehirde dolaşırken sokak başlarında hissettiğin rüzgârlara benzemeyen, kuru, yabanıl yakıcı ama içinde ruhu olan bir yel duyarsın, seninle koşmak istermiş, kulağına bir şeyler fısıldarmış gibidir, beraberinde dağ kekiklerinin kokusu, bozkır çalılarının bitimsiz uğultusu; umursamazsın, yürür gidersin… O da benimdir işte.”
İnsanların hayatında tatlı bir iz
Gözleyen, duyan, dokunan, çarpan, oyunlar oynayan bir anlatıcıyla öyküler kotaran Erdem, bilinmezlerle dolu yaşamların gayya kuyusundan hikâyeler çekiyor. Bozkır yeli, hem bir metafor hem de bir gerçeklik olarak öykülerde, bazen başrolde bazen sütre gerisinde. Tanıdığı yeni yüzlerden öğrendiklerini alıp başka yüzlere götürüyor, heyecanlanıyor, heyecanlandırıyor, kanmıyor ve kandırılmışlara kucak açıyor, onları kapılardan buyur ediyor usul usul.
Bozkır yeli, pek çoğumuzun aksine özgür, heyecanlı ve zaman kısıtlaması yok. bunu da açıkça söylüyor zaten: “Böyle sere serpe gezip dolaşırken çeşit çeşit hayatlar görürüm. Hikâyelerine tanık olurum. Yenilerini kurarım ve anlatırım, anlatırım hiç durmadan… Anlatmadan duramam çünkü. Patlayacak gibi olurum yoksa, onca tanıklığı içimde tutmaya çalışırsam. Bunları kendime saklayacak olursam rüzgâr olurum, kasırga olurum, patlarım, eser kükrerim, yıkar geçerim. Zarar vermeye başlarım etrafıma… Dökmeliyimdir içimi o yüzden. Anlattıkça rahatlarım, yumuşak bir esinti olarak kalırım bozkırda. Yüzleri yalar, elleri okşar, saçları havalandırırım. Şehirlilerin yol hatıraları içinde, bozkırda yaşayanların gündelik hayatında, tatlı bir iz olarak dururum.”
Bozkır yeli, kendisini görmeyen ve işitmeyenlere sesleniyor. Gördüklerini, duyduklarını ve kurduklarını anlatıyor, bunların hepsi birer hikâyeye dönüşüyor. Başka bir deyişle rüzgârın uğultusu öykü hâline geliyor, geçip gidenleri durdurmak istiyor. Dört mevsim eserken bazen başarıyor bunu. Mesela ilkbaharın heyecanını ve beri yandan tedirginliğini anlatıyor bozkır yeli; uyanışları, uykuda kalışları, hareketi ve dinginliği, parçalanmışlığı ve kimi zaman da bir cinayeti: Ortalığa saçılmış leşler ve acelesi olan katiller, bir adım öne çıkıyor bazen. Bozkır gecelerinin seslerini susturan bir tüfek patlıyor, yalnızca âşıklar ve bağlamaları sessizleşmiyor.
Bozkır yeli, kıştan bahara geçildiğini havayı koklayarak anlıyor; hikâyelerini daha bir tutkuyla taşıyor, her bahar olduğu gibi yine “şaşırıyor” ve “ovada uğuldayan suların sesini hayran hayran dinlerken” göç mevsiminin başladığını haber veriyor.
Göçerlere bahar unutkanları eşlik ederken hava bir açılıyor bir kapanıyor; güneş ve bulutlar dansa tutuşuyor. Buna, yerinde duramayan çocukların heyecanı eşlik ediyor. Bir kenardan tren geçerken diğer yanda köy ahalisi olağan yaşamını sürdürüyor.
Günler günleri, sözcükler de sözcükleri kovalıyor, derken yaz geliyor telaş içinde. Büyüyen ve vaktinde kesilmesi gereken ekinler bozkır yelinin gözüne takılıyor.
Gölgeler arasında
Yel, bozkırdaki nefesi anlatıyor aslında; eksilenlerle ve kalanlarla bozkırdaki yaşamı. İnadı, yok olanı ve var edileni de… Uyanan ve uyuyan şehirler de var bu anlatıda, eşiklerde bekleyenler ve eşikleri aşamayanlar da…
Bozkır yeli; gölgelere, aydınlığa ve suretlere de çarpıyor: “Ne çok gölge dolaşıyor buralarda. Ne çok gölge kıpırdamadan duruyor ağaçların, kayaların altında. Gün yürüdükçe onlar da yürüyor. Toprağa serilmişler. Sulara düşmüşler. Yapraklara üşüşmüşler. Kayalara yapışmışlar. Hep hareket hâlindeler, öylece durup duranlar bile. Büyüklü küçüklüler. Yerin eğimine, güneşin konumuna, araya giren bulutların şekline, yoğunluğuna göre değişen gölgeler. Işığa bağlı hepsinin varlığı. Tepeden vuran güneşin gücüne. O ortadan kaybolup karanlık çöktüğünde, gecenin içinde eriyip gidiyorlar. Onları birer suret sayabilir miyiz?.. Üzerlerindeki bedenleri andırdıklarına göre, hep onlara bağlı kaldıklarına göre… Sanmam. Surete suret diyebilmek için aslıyla yan yana koyulabilmeli, bir kıyaslama yapılabilmeli belki de. Suret aslından kopabilmeli, ondan ayrı yaşayabilmeli, ona olan yakınlığını bozmadan.”
Bozkırdaki hayatı resmediyor yel; anlaşılanları, hatıraları, sevilenleri ve unutulanları… En çok da dünyaya bakılan pencereleri…
Bozkırda bir yılı anlatıyor yel; insan hikâyelerini ve hikâyelerin insanlarını ya da hikâyedeki insanları…
edebiyathaber.net (12 Mayıs 2022)