Doğduğumuz yer, yaşadığımız trajik olaylar ve bütün deneyimlerimiz hayata bakışımızı, umudumuzu, tavrımızı derinden etkiliyor. Bir sanatçı için ruhunun derinliklerine sakladığı her bir iz yol bulup paylaşılmak, sanat eserine dönüşmek istiyor. İşte o eser belki bir nota, belki resim belki de bir kitap oluyor.
Dünyanın değişime hazırlandığı II. Dünya Savaşı yılları Bruno Schulz için de böyle oldu. Yazar, 1892 yılı temmuz ayında Galiçya’nın küçük bir şehri olan Drohobycz’te dünyaya geldi. Günümüzde Ukrayna olarak geçen yer, o dönemde Polonya’nın işgal güçleri tarafından parçalanarak ortaya çıkan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu topraklarında bulunuyordu. Kereste tüccarı bir babanın üçüncü oğlu olan Bruno, yeteneğinin farkına varınca resme yöneldi. Viyana’da resim, Lemberg’de mimarlık okuyan Bruno yaşamının büyük bir bölümünü resim öğretmenliği yaparak geçirdi. Sanayileşmenin arttığı, toplum düzeninin değiştiği, var olan değerlerin yavaş yavaş kaybolduğu yıllarda Nazi zulmü ve savaşın derin yaralarıyla şartlar zorlaşmaya başladı. Babasının da gözlerinin önünde yitip gittiğini gören Bruno birçok kez babasını resmetti. Babasıyla olan derin ilişkisi, sahip olduğu felsefi bakış açısı hayatı sorgulamak, zamanı düşünmeye başlamak gibi temel dertleri onu yazmaya itti.
“Kitaplar genellikle göktaşlarına benzerler. Her birinin bir Feniks kuşu örneği her taraftan tutuşarak çığlık çığlığa fırladığı anlar vardır. Hemen sonra küle dönüşseler de biz onlara işte bu tek an için vurgunuzdur. Bazen geç vakit, içlerindeki ölü düşünceleri tahta tespih taneleri gibi çekerek bu soğumuş sayfalardaki acı bir vazgeçmeyle dolaşırız.”
Yazarın ressam olması yazılarına ayrı bir boyut kazandırdı. Kişilere, nesnelere, doğaya bakışı, bunları anlatırken kullandığı betimlemeler bir ressam gözüyle zihninde kurgulanmış kelimelerle sayfalara aktarmasına yardımcı oldu. Her yazarda bulunmayan bu alışılmışın dışındaki bakış açısı belki de onun üslubunu farklı kılan en önemli özellik.
Bruno Schulz 1934 yılında Tarçın Dükkânları’yla edebiyat dünyasına adım attı. Kum Saati Burcundaki Sanatoryum, Kuyruklu Yıldız ve öteki öyküleri yayımlandı. Bu iki öyküsü Polonya Edebiyat Akademisi tarafından ödüllendirildi. “Ön yargının gücü ne büyük! Korkunun telkini nasıl da güçlü! Bu nasıl da bir körlük. Bir insanmış meğer. Benzetme yoluyla genel bir değerlendirme yaparak köpek zannettiğim zincire vurulmuş bir insan. Lütfen beni yanlış anlamayın. Köpek olmaya köpekti, o doğru da, insan kılığındaydı.”
Yazar, sahip olduğu sanatçı yeteneğini sezgisel gücüyle tamamlarken, felsefi roman tadında kullandığı diliyle birbirine bağlanan farklı hikâyeler yazdı. Zaman kavramı onun için düşünülmesi, sorgulanması gereken bir konuydu. Zamanı kendi diliyle eğdi, büktü, yazdığı hikâyeleri o zamanın içine aldı. Bir çocuğun belleğinde kalanları fantastik söylem çerçevesinde rüya mantığıyla birleştiren yazar aslında gerçek dünyadaki değişimi bilinçaltını irdeleyerek Freudvari bir yaklaşımla aktardı. “Zaman ölçüsüzdü, geçip giderken tuhaf düğümler atıyor, kendince kısıtlamalar yapıyordu.”
Yazdıklarında yitip giden baba figürü gibi aslında zaman, hayat ve değerler de yitip gitmeye başlıyor. Sanayileşme yıllarının sancılı değişimi sırasında kaybolan değerleri kendi ailesi ve toplum içindeki kayboluşuyla ilişkilendiriyor. Bruno Schulz sanatçı gözüyle kurguladığı yapıtını üretirken gerçeklerden yararlanmayı tercih ediyor ama betimlemelerini tıpkı bir tablo gibi renklendiriyor.
Kafka’nın Dava’sını Lehçe’ye çeviren Schulz’un Mesih adlı bir kitap yazdığı ancak bunun Polonya işgali sırasında kaybolduğuna dair çeşitli görüşler var. Yoksulluk ve sıkıntılarla dolu hayatı 1942 yılında yaşadığı Getto’da bir Nazi subayı tarafından öldürülmesiyle son bulan Bruno Schulz edebiyat dünyasına az sayıda ama okur üzerinde çok etki bırakan eserler bırakarak bu dünyadan ayrıldı.
Daha çok okunması dileğiyle…
Didem Erdiman – edebiyathaber.net (17 Kasım 2020)