“Ben bir efsaneyim” diyen Miles Davis’in otobiyografisinin, büyük bölümünü ona kızarak, bir kısmını kızgınlıklarıma neden olan davranışlarını anlamaya çalışarak, çokça şaşkınlık içerisinde okudum. Kitabı, zaten müziğine hayran olduğum efsaneye daha da hayran olarak ve derin bir saygı duyarak tamamladım.
Miles Davis, 1926’da Illinois’te doğduğunda Amerika, zenci düşmanlığının ve ırk ayrımının en yoğun zamanlarını yaşıyordu. O koşullarda yüksek bir eğitim ve kültüre sahip diş doktoru bir baba ve piyano çalan, birçok konuda yetenekli bir anneye sahip olmasına, iyi bir sosyal çevrede büyümesine, sonrasında dünya çapında başarı ve üne sahip olmasına rağmen, hayatı boyunca ülkesinde ırkçılığın etkilerine maruz kalacaktı. Daha çocuk yaşlarda, Amerika’da bir siyah olmanın ağırlığını yüklenmesi, içinde hiç bitmeyen bir öfke ve hırsa sebep olacak, bunların yansımaları bazen dostlarına, bazen en sevdiklerine çarpacak ama en çok da kendi hayatını alt üst edecekti.
Henüz on yaşında, babasının bir arkadaşının ona hediye ettiği trompetle müziğe adım atar. Ona sorarsanız, müzik onun içinde çok daha önceleri beş alt yaşlarında başlamıştır. Arkansas’ta yaşayan büyükbabasını ziyaret ettiğinde kilisede dinlediği müzik, gece baykuşlar çıktıktan sonra rüzgârın ve ağaçların arasından kulağına gelen müzikler, gitar çalan bir adam, blues söyleyen bir kadın, vs. Şöyle der kitapta: “Müzik dersleri almaya başladığımda, müziğimin nasıl bir sesi olmasını istediğimi biliyordum galiba.” Ömrü boyunca o sesin peşinden gider Miles Davis. En mutlu olduğu zamanlar, sahnede ya da bir albüm için stüdyoya girdiklerinde “ailem” dediği müzisyen dostları ile aradığı o sesin peşinden gittiği zamanlardır. O ses beyninin içindedir hep, parmakları trompetine dokunduğu anda ortaya çıkar, bir büyü gibi.
“Cazı harikulade yapan şeydir doğaçlama.”
İsmini müzik tarihine yazdıran, yolculuğunun izlerini taşıyan birbirinden başarılı sayısız albüme imza atar.
“Ama ben hep müziğin sınırlarının olmadığını, nereye gideceğinin, nasıl gelişeceğinin limitsiz olduğunu, yaratıcılığın kısıtlandığı anda öldüğünü düşünmüşümdür. İyi müzik iyi müziktir, ne tür olursa olsun. Sınıflandırmalardan nefret etmişimdir hep. Müziğin sınıflandırılmasına karşıyım.”
Çocukluğunun geçtiği St. Louis o sıralar caz kulüplerinin ve o kulüpleri gerçekten müzik dinlemek için dolduran insanların bölgesidir. Davis, daha lise döneminde bu bölgedeki kulüplerde çalar ve yeteneği herkes tarafından görülmektedir. Üniversite eğitimi için New York’a gitmesi, caz yolcuğunun hem de hayatındaki iniş çıkışların dönüm noktasıdır. Yaptığı müzikte bir efsaneye dönüşmeye başlarken, özel hayatında uyuşturucu ve içki batağının içinde bulur kendini. Müzikte başarıdan başarıya koşarken, ömrünün diğer yarısı bu bataklıktan kurtulma mücadelesi ile geçecektir.
Eğitimini yarım bırakır çünkü okuldan öğreneceği bir şey kalmamıştır Miles’ın. Ünü her geçen gün artar. Kurduğu gruplarla turnelere çıkar. Öyle bir noktaya gelir ki, Miles’ın grubunda olmak, geleceğin ünlü müzisyeni olmak demektir. Kitap, caz severler için müthiş bir kaynak, müziğe dair hem teknik hem felsefi pek çok düşüncesini paylaşıyor Miles Davis. Ama söylediği birçok şey herkese ve her alana uyarlanabilir.
“Müzikte rekabete yer yoktur, iş birliği vardır.”
“Müzik var, torpil yok!”
“Müzik para kazanmak değildir. Duygudur, özellikle bizim yaptığımız tür müzik.”
Kulüpler, müzik firmaları, konser organizatörleri, ünlü oyuncular, sanatçılar Miles’in peşindedir. Uzun bir süre beyazlara, beyazların yönettiği kulüp ve müzik firmalarına uzak duran, katı prensipleri olan Miles bir gün şunu fark eder: oyunu beyazların ve kapitalizmin kuralları ile oynamadığı takdirde ne hak ettiği parayı kazanabilecektir ne de müziğini milyonlara ulaştırabilecektir. Hele de Miles Davis gibi taviz vermeyen katı bir siyahsan. Colombia ile anlaşma imzaladığında, çok para kazanır, milyonlara ulaşır, ama yeni bir şey daha fark eder: müziğine ve kendisine gerçek saygıyı hep ülkesi dışında görecektir, kendi ülkesinde hep siyah bir sanatçı olacaktır, ne yaparsa yapsın beyazlar onu hep bir adım arkada tutacaktır. Colombia’ya taviz verdiğini düşünmez, yeri geldiğinde onları da kendi prensipleri doğrultusunda hareket etmeye zorlayacaktır. Kitap sayesinde Amerika müzik piyasasında yapılan yanlışları ve haksızlıkları da öğreniyoruz. Örneğin Life’a kapak oluyor bir gün, ama Avrupa baskısına, Amerika baskısına değil. Grammy ödüllerinin siyahları taklit eden beyazlara verildiğini söylüyor kitabında.
“Beyazlar genellikle beyninin içine girebilmek için soru sorarlar, ne düşündüğünü öğrenmek için. Ne düşündüğünü söylediğinde de değer vermezler düşüncelerine.”
Çok para kazanmaya başladığında atlarla ilgilenmeye başlıyor. Bir kaçış, bir sığınak…
“Hayvanları seviyorum. Ben onları anlıyorum, onlar da beni. Ama insanlar? İnsanlar tuhaf.”
Ve kadınlar. O kadar çoklar ki. Hayatının her gününde çevresinde sayısız kadın olmak zorundaydı sanki. Miles ne sadık bir eş ne de sadık bir sevgili. Bazıları Miles’ın hayatında gerçekten önemli bir yere sahip, onlar olmasa Miles Davis ismi de olmayabilirdi. Birçoğu albümlerinde şarkılara dönüşür, albüm kapaklarında fotoğraf olur. Ama neredeyse hepsine Miles’la birlikte olmanın ağır bedelini ödetir. Beş altı kez evleniyor. Ve maalesef sorumluluklarını doğru dürüst almadığı bir sürü de çocuğu oluyor. Bu otobiyografinin en çarpıcı yanı, Miles Davis’in kendini tüm çıplaklığı ile, başarısı kadar başarısızlığı ve yaşamının olumsuz yanları ile de anlatabilmesi. Bir dehanın nasıl ortaya çıktığını, bu sancılı süreci ne tür bedeller ödeyerek geçtiğini anlatıyor. Bunları okurken, özellikle kadınlara ve kendi çocuklarına yaptığı yanlış şeyler için bir yanınız ona öfke duyuyor. Ama bir yanınız da, kimsenin onun yaşadıklarını yaşamadan onu yargılama hakkı olmadığını söylüyor. Onun hayatının merkezinde hep müzik vardı ve hep müzik için yaşadı, yaşam müziği ile çeliştiğinde tercihi müzikten yana oldu, bu yüzden o Miles Davis.
“Müzik, yaşantım oldu benim, tanıdığım ve sevdiğim müzisyenler ise ailem.”
Miles kadar babasına, ailesine ve dostlarına hayran olmamak elde değil. Miles New York’a müzik okumaya giderken “kendin ol, kendi sesini bul” diyen babası, eroinden kurtulmak için üçüncü kez babasından yardım isteyen oğluna: “bu uyuşturucu meselesi, senin için yapabileceğim bir şey yok oğlum, sevgimi ve desteğimi verebilirim ancak”. Miles, bu konuşmadan sonra bağımlılığını kendi başına yenip uzun bir süre eroin kullanmayacaktır. Ama yaşadığı ortamın koşulları onu rahat bırakmaz. 1975’de müziğe beş yıl kadar ara verdiğinde, kendini altı ay eve kapatıp daha derin bir batağın içinde boğulduğunda, kapısından defalarca kovduğu ailesi, dostları, eski sevgilileri yılmadan kapısını aşındırmaya devam ederler, o bataktan onlar sayesinde kurtulur. 1980’de müziğe döndüğünde, sahne aldığı kulüplerin önünde sıralar olur, insanlar onun müziğe dönüşünü gözyaşları içinde dinlerler.
1988 başarılarının ödüllerle anıldığı yıldır. Fisk Üniversitesi Müzik Doktoru unvanı verir. Danimarka’da verilen Sonning Müzik Ödülü’nü alan ilk siyah olur. İspanya’nın Granada şehrinde şövalyelik nişanı verilir. New York Sanat Ödülü’ne layık görülüyor. Bu dönemde resim yapmaya başlar. Bu konuda da öyle geliştirir ki kendini sergiler açıp resimleri satılmaya başlar.
“Yaratıcılığımı sürdürmemin tek yolu değişim içinde olmaktır.”
“Yaşam değişim demektir benim için.”
Miles Davis otobiyografisi, bir müzik dehasının yaşamını bize ulaştırırken, müzik, sanat ve yaşam konusunda çok zengin bir kaynak içeriyor. Üstelik kurgusu ve üslubu ile çok başarılı bir otobiyografi kitabı. Kitap yıllardır Türkiye’de birçok yayınevi tarafından yayınlanmış, ama şimdi baskısı yok, ancak sahaflarda bulunabiliyor. Buradan kitabı okumak isteyen okurlar adına yayınevlerinden ricamız olsun, yeni baskılarını raflarda görmeyi dileyelim.
Şule Tüzül – edebiyathaber.net (19 Temmuz 2018)