“Büyük düşünürlerin güzel sözleri, özdeyişleri vardır. Başkalarını bilmem ama ben, çeşitli vesilelerle değinilen bu özdeyişlerin hemen hepsini kafama ve duygularıma çok uygun, çok yerinde, çok güzel buluyor, benimsiyorum. Oysa bunların çok kez taban tabana zıt görüşler, fikirler, duygular ifade ettiğini geçenlerde birden çarpıcı bir şekilde fark ettim. Yaşam ve anılarla ilgili olarak büyük düşünürlerden biri, yanılmıyorsam Sokrates, ‘Yazıya dökülmeyen anılar yaşanmamış anılar gibidir, kaybolur gider,’ gibisine bir söz söylemiş. Çok beğendim, çok doğru ve yerinde buldum. Ama iki gün sonra başka ünlü bir düşünürün, Goethe’nin, ‘İnsanın anıları yalnızca kendisinindir, kendisine ait olmalı ve öyle kalmalıdır,’ dediğini bir TV programında başka bir vesile ile dinledim. Bunu da çok yerinde buldum, çok beğendim. Beni asıl düşündüren, birbirinin tam tersi olan bu iki özdeyişin ikisini de benimsemem oldu. Bunu fark edince bu kırk yıldan söz etmeye değer mi acaba diye tereddüde düştüm bir ara. Sonra bir kere daha anladım ki, insan açık bir kitap gibi okunabilen ve anlaşılabilen tekdüze, sığ bir yaratık değil, çelişkilerle dolu çok yönlü bir yaratık. Açmazımı çözebilmek için aklımca şöyle bir çıkar yol buldum: Hayatımın kesinlikle çok özel diyebileceğim yalnızca bana ait olan yanı, anılarımda kalır, benimle birlikte yok olur gider. Başkalarını da ilgilendirebileceğini düşündüğüm yanı ise yaşanmış olmak, yok olmamak için kâğıda dökülmelidir.”
Gün Benderli, Su Başında Durmuşuz
Budapeşte’deyim. Yağmurlu ve oldukça serin, nisandan rol çalan bir haziran günü arıyorum Gün Benderli’nin evini. Kiraladığım arabanın navigasyonuna teslim olmuş, ömrümde ilk defa gördüğüm binaların önünden geçiyor, hangi semtlere sokulduğumu bile bilmeden yol alıyorum. Aradığım apartmanın önündeyim nihayet, hem de tam vaktinde. Zile basıyorum. Adını koyamadığım bir heyecan yüreğimde… Bu efsanevi kadınla, Budapeşte’deki kafelerden birinde yarım saatliğine sohbet etme ihtimali bile başımı döndürmüşken… Bazen kelimeler yansıtamaz ya içimizdekileri, ne desek hafif kalır, ne yazsak sönük durur, tam olarak o noktadayım şu an. Nefes aldığımız her saniye, kelimelere bile dökülemeyecek kadar yoğun yaşadığımız bu duygular içindir belki de. Çelimsiz harflerin içine nakşedilmeyecek kadar heybetli olan sevinçleri, hüzünleri, coşkuları, kayıpları, aşkları, hayal kırıklıklarını, zaferleri, yenilgileri tatmak için gelmiş olabilir miyiz bu dünyaya? Ve geriye kalan bütün önemsiz, küçük, anlamsız dakikaları, saatleri, günleri, ayları, yılları sırf o güçlü duyguları hissetmek için deneyimliyor olabilir miyiz? Adına ‘hayat’ denilen sürecin, silik zamanlar ile haşmetli duyguların alt alta yazılıp toplandıktan sonra elde edilen sonuç olması gerçekten mümkün mü? Apartmanın kapısı açıldı. Yaşını almış ama bakımlı bir bina. Mermerden yapılma üç beş basamak çıktıktan sonra asansör aranırken, solumda, az ötemdeki daire kapısının önünde buluyorum Gün Benderli’yi. Gülümsüyor. Hayat dolu ve içten bir gülümseme bu. “Hoş geldiniz.” Başköşesine kitapların kurulduğu, aydınlık bir salon… İstanbul’dan getirdiğim lokum ile kahveyi kendisine uzatırken “Çifte kavrulmuş,” diyorum, “seviyorsunuzdur umarım.” Lokumu sevdiğini de nereden çıkardım? Sahi, hiç aklıma gelmemişti bu! “Çifte kavrulmuş mu? En sevdiğim!” demesi, vesveseme anında son veriyor neyse ki.
“Kahveyi eskisi kadar içmiyorum ama. Bir zamanlar keyif alırdım ama yirmi yıl önce sigarayı bırakınca onu da bıraktım ister istemez.” Oturmakta olduğum berjer koltuktan, karşımdaki kitaplara göz atıyorum arada. “Sigarayı da, oğlum ve eşim bıraksın diye bırakmıştım.” Sigaranın, Gün Hanım için büyük bir keyif unsuru olduğunu anlamamaya imkân yok. “Ne güzel işte, ciğerleriniz temizlenmiştir,” gibisinden bir cümle sarf ederek gözlerindeki hasreti silmeye çalışıyorum. “Ama siz kahve içiyorsunuz, değil mi? Nasıl alırsınız? Ben de eşlik edeceğim tabii.” Mahcup hissediyorum kendimi. “Bu arada kitaplarıma göz atarsınız.” Misafir olduğum salonda en sevdiğim etkinliktir, evin sahibi mutfaktayken kendisinin kitapları ve fotoğraflarıyla baş başa kalmak. Manzarası güzel bir salon veya yeşile açılan bir balkon, fena hâlde dikkatimi dağıtabilir ama. O kitaplıktan bugün aklımda kalan, Gün Hanım’ın ilk çevirisi, Macar yazar Imre Madách’ın İnsanın Trajedisi adlı oyun. Künyesinde, ilk baskısının 1998’de beş bin adet yapıldığı yazıyor.
Kahveleri orta sehpanın üstüne bırakırken “Çeviriye başladığımda neredeyse yetmiş yaşımdaydım, biliyor musunuz?” diyor. “İnanılır gibi değil,” oluyor buna tepkim, “gerçekten müthiş!” Kasvetli havanın, sahneyi güneşe bıraktığını görünce gidip açıyor balkonun kapısını. “Küçük ama güzeldir balkonum. Macarlarda balkon kültürü pek yoktur. Bu üç bloktan oluşan sitede, balkonunu seven bir ben varım sanırım.” Kahvelerimizi yudumlamak için oturuyoruz karşılıklı. “Evime sık gelen, mutfağımda neyin nerede olduğunu iyi bilen dostlarım kahvelerini de kendileri yapar,” derken gülümsüyor gene, “epeydir kahve yapmıyordum.” Gün Hanım’ın oğluyla gelini giriyor içeri. Tanışıyoruz. Can Togay’ı Mavi Sürgün filminde oynadığı Halikarnas Balıkçısı rolüyle hatırlıyorum. “Merhaba,” diyor Türkçe. Samimi, el sıkışırken gözlerini kaçırmayan biri. Yarı Macar yarı Fin olduğunu öğrendiğim eşiyle de tanışıyoruz ayak üstü. Onlar gittikten sonra, “Sizinle Türkçe konuştu Can,” diyor Gün Hanım, “Şaşırdım çünkü normalde pek yapmaz bunu.” Yaklaşık iki saat süren sohbetimiz başlıyor. Yakın tarihin canlı bir tanığı oturuyor şu an karşımda. Bir ara, arkamdaki kitaplığa çeviriyorum başımı. Sırtını kitaplara vermiş bir çerçeve ilişiyor gözüme. Siyah beyaz bir fotoğraf. Çok kıymetli ve zamansız. Elime alıyor, uzun uzun inceliyorum. Gün Benderli gencecik bir kadın burada. Yanındaki karizmatik adam ise Nâzım Hikmet! Nâzım’a “abi” diye hitap eden kişiyle oturmuşuz, kahvelerimizi yudumluyoruz! Sadece Nâzım’ı mı görmüş karşımdaki bir çift göz? Abdi İpekçi’yi, Mihri Belli’yi, Enver Gökçe’yi, Semih Balcıoğlu’nu, Pablo Neruda’yı, Serteller’i ve daha kimleri, kimleri… Budapeşte’de yaşayan Türklerden Macaristan’ın siyasi iklimine, Gün Hanım’ın itaatkâr çocukluğundan Almancaya hiç ısınamamasına kadar kadar, hayli geniş bir yelpazede ilerlerken ne ara Köy Enstitüleri’ne geldik, hatırlamıyorum. Gün Hanım beni biraz tanımak, dünyaya baktığım pencereyi aralamak için dinleyen tarafta durmayı tercih ediyor şu an sanırım. Bildiklerimi genel hatlarıyla anlatıyorum. Demokrat Parti’den ve tabii ki Menderes’ten başlayıp İspanya’ya, ILE’ye ve Lorca’ya kadar sohbeti taşıyorum. Gün Hanım’ın, Budapeşte uçağında okumaya başladığım Su Başında Durmuşuz isimli, anılarını kaleme aldığı kitabında beni çok etkileyen bir bölümden bahsederek başka bir konuya atlıyorum: “Sonradan kırılmamak için, sevginizi gösterirken ihtiyatlı davranmak gerektiğini henüz küçücük bir çocukken anladığınızı yazmışsınız ya, o satırlarınızı okurken içimden tebrik ettim sizi.
Hayata dair bu çok esaslı gerçeği, henüz üç dört yaşınızdayken kavramışsınız. Elli yaşımdayım ve inanın, bunu ben daha yeni anladım!” Yaşının demlediği bir olgunlukla bakıyor gözlerimin içine. “Ama böyle bir gerçeği fark etmek istemezdim gene de,” diyor. “Bu gerçek, insanlarla arama büyük bir mesafe koydu çünkü. Mesafe yoruyor.” Yıllar evvel okuduğum bir kitapta -hafızamı zorlamama rağmen yazarını hâlâ hatırlayamıyorum- şöyle bir cümle vardı: “Sevginin en sağlam sigortasıdır mesafe.” Dilimin ucuna kadar geliyor söylemek, vazgeçiyorum. Sabahtan akşama kadar konuşabilirim Gün Benderli ile, hem de ara bile vermeden! Ama neredeyse iki saattir sohbet ettiğimizi fark edince kendisini fazla yormak istemiyorum. “İstanbul’dan getirdiğim kitabınızı imzalarsanız çok sevindirirsiniz beni. Sonra da izninizle kalkayım artık, vakit geç olmuş.” Çantamdan çıkardığım Su Başında Durmuşuz’u uzatıyorum yazarına. Kalemi eline alıyor, bir an yüzüme bakıyor ve “Kübra’yı mı yoksa Çiğdem’i mi kullanıyorsunuz?” diye soruyor. “Ailem ve yakın arkadaşlarım için Çiğdem’im. Kübra ismimi tercih edenlerle ise aramda bir mesafe vardır,” diye cevap veriyorum. “O hâlde izninizle ‘Çiğdem’e’ diye imzalıyorum kitabımı.” Beni nasıl sevindirdiğini hissetti mi acaba? Laf lafı açmaya devam ediyor ve Kübra isminin bana neden verildiğinden, Varna’ya dayanan köklerimden konuşuyoruz. Artık gerçekten kalksam iyi olacak, sabaha kadar sürecek bu sohbet yoksa. Hoş, sürebilse keşke! Beni kapıya geçirirken “Çok tuhaf, kitapta yazdığım bazı anılarımı siz anlatınca hatırladım, biliyor musunuz? İnsan yaşadıklarını, hatta yaşayıp da yazdıklarını bile bazen unutabiliyor demek.” Kucaklıyor beni. “Yaz sonunda röportajımızı yapmak üzere o zaman…
Şimdilik hoşça kalın, Gün Hanım,” derken ben, sözümü kesiyor. “Şu ‘hanım’ hitabını sevemedim gitti!” Kahkaha atıyorum. “Tabii ya, nasıl unuttum!? Ondan da bahsediyorsunuz kitabınızda. Ama sadece adınızla hitap edemem ki ben size, saygımdan yapamam bunu.” Asla unutamayacağım bir şey söylüyor o an. “Bir kadına karşı en büyük saygısızlığı, kendisine öyle tatlı tatlı, ‘hanım’ diye hitap ederek de yaparsınız; en esaslı saygıyı da, aynı kadına sadece ismiyle hitap ederek de gösterebilirsiniz, değil mi? O yüzden hitaplara pek takılmamak gerek bence. Onlarsız da olur ayrıca.” Gözlerimi kırparak onaylıyorum kendisini. Tertemiz, yağmurdan sonra buram buram toprak kokan havayı içime çekerek yürüyorum Budapeşte’nin bu sessiz semtinde. Doksan dört yıl yaşarsam eğer, diye düşünüyorum, onun gibi yaş almak istiyorum ama tıpkı onun gibi! Sonra benim için imzaladığı kitabı geliyor aklıma. Ne yazdı acaba? Taşıdığı topak topak ıhlamura rağmen çevikliğinden hiçbir şey kaybetmeyen, heybetli bir ıhlamur ağacının altındaki banka oturup çıkarıyorum kitabı.
“Çiğdem’e,” diye başlıyor yazısı, “iyi ki geldin, iyi ki aradın beni, çok sevindirdin. Gün. 12 Haziran 2024. Budapeşte.”
edebiyathaber.net (27 Haziran 2024)