Bir söz arıyorum biriktirerek yaşadıklarımızı, yaşadıkça gördüklerimizi kendi aynasında gösterebilecek.
Adım adım çöken karanlığı hisseden bir bakış… Ve yetmeyen bir duyguyla, bazen de öfkeyle bunları anlatmaya yöneliş…
Öyle ki; şu ânda yaşananı, gözümüzün önünde olup bitenleri “tıp” dercesine durup seyrediş…
Evet, seyreden ya da sokağa çıkıp üzerimize çöken karanlığa karşı biraz “muzaffer”, biraz “mağdur” edalı duruş… Toplumsal bir refleksle sürükleniş…
Oysa, ortada, uluslararası bir “saldırı” var. Ve bunu da içinizde yarattıkları düşmanla gerçekleştirdiler.
Sanırım, en vahimi; durup düşünülerek sorgulanması gereken de budur: yaratılan düşmanın kim olduğu, neyin yapılmasına teşne oldukları.
Gelinen bu noktanın, yaşanan trajedinin öncesine bakmadan bunun ne anlama geldiğini kavramak zordur.
“Kurtarıcı”nın kurtuluşu… Veya; “(O) şehri çevreleyen büyük bir sur gibidir” anlayışıyla kutsanan birinin tanrısallaştırılması da o güruhun biat anlayışının yansımasıdır.
Bütün öfke, sokağa dökülme bu bakıştan arındırıldığında yurt, vatanseverlik, bayrak ve ortak değerler sadakati ancak bir anlam kazanabilir.
Çünkü, bugünü yaratan “dün”ün aktörleri siyasi figür olarak ortalarda geziniyorlar.
Dini siyasete araç kılan, bunun uğruna da her yolu mubah gören bir anlayış şimdi olup biteni “basit” bir “darbe” refleksiyle lanetliyor; “bu belayı bertaraf ettik” diyebiliyor.
Kutsanan anlayışın “BOP”u ülke gündemine taşıyıp, bunun misyonerliğine soyunurken; yapabildikleri/yapamadıklarının hesabı bugünkü sonucu doğurmuştur.
Evet, bugün, şu “müdahale”nin gösterdiği Türkiye Suriyelileştirilmek istenmektedir.
Üstelik, ülkenin kalbinden işe başlamalarının nedeni de budur.
Toplumsal duyargaları gelişmiş toplumlar hassasiyeti elden bırakmaz, her türlü olumsuzluk karşısında bu refleksi öne çıkarır.
Tersi durumlar ise şunu yaratır; ilgisizlik, duyarsızlık, nemelazımcılık, tepkisizlik…
İşte yozlaşma, sürüleşme, toplumsal yarılma da o zaman başlıyor.
Bir toplum düşünün; bir kesimi böyle, bir kesimi sözüm ona okuyup yazmışlar sınıfında ilgili/bilgili gibi duruyor, ama ne etliye ne de sütlüye karışıyor. Asıl diğer bir kesimi de var ki, birtakım ellerce sinsice “mankurt”laştırılıyor. (*)
İşte bugün “FETÖCÜ ÇETE” dedikleriniz; dün “mankurt”laştırılanlardır. Ve bu herkesin gözünün önünde adım adım gerçekleşti. Herkes bunun değirmenine su taşıdı. Cemaatin kalemşörlerinden Faruk Mercan’ın “Fetullah Gülen” (Eylül 2008) kitabına göz attığınızda, o kutsayarak anlatıp durduğu kişinin kimlerle nasıl yol aldığını görürsünüz.
Hayatın her alanını kuşattılar, sustunuz… İstediler, verdiniz… “Hizmet hareketi” diyerek koştunuz.
Emperyalizmin onlara giydirdiği/taktığı “mankurt” maskesinin hiç kimse farkında olmadı, olanların ise bunu göstermeye gücü yetmedi.
Bugün başımıza yağan bombalar, kurşunlar bir provaydı sanki!
“Daha büyüğünü bekleyin” dercesine “başaramadılar” görünümünü veriyorlar sanki!
Bu yakada olup bitenleri bir “kunduz düğünü”ne (**) dönüştüren yaban sevinç, “uyanık durma” hali var.
Oysa, toplumun bugün “yerlilik”te, bir yerli olmakta, yurtseverlikte buluşup ortak payda yaratması gerekiyor.
1940’tan 1970’lere kadar ülkede böylesi bir damar, düşünce ve kültür iklimi oluşturulmuştu. Edebiyatın bu süreçteki birikimine bakınca bunu gözlemeniz pekâlâ mümkündür.
Bugün gelinen noktada yaşanan toplumsal yarılma şunu gösteriyor bize: Olup bitenler karşısında duyarsız kalanlar/buna şüpheyle bakanlar, “Reis’i koruyoruz” anlayışı arasına sıkışıp kalanlar. Asıl istenen de sanırım buydu.
Bu ülke “Reis”lerin değil, hele hele kendini “peygamber” sananların hiç değil. Anadolu kardeşlik yurdudur, uygarlıklar beşiğidir, Akdeniz’in gözbebeği, Mezopotamya’nın halklara/kültürlere açılan kapısıdır.
Bunu böyle görüp, bu bilinçten hareket etmek gerekiyor.
İşte aradığım sözü bana hatırlatan da Ernst Bloch oldu. Ülkesi alacakaranlıktayken yazmıştı o da şunları:
“Şimdi ve burada sahip olduklarımızın herhâlde en az farkındayız.”
Alınan onca yaraya, açılan gediğe rağmen hâlâ karşı kıyılarda durmamız sahip olduklarımızın, yitireceklerimizin farkında olmamamızdan mıdır yoksa?!
Ardıç, 16 Temmuz 2016
_______
(*) Mankurt kavramının ne anlama geldiğini anlamak için Cengiz Aytmatov’un “Gün Olur Yüz Yıl Olur” (Çev.: Mehmet Özgül), diğer bir adıyla “Gün Olur Asra Bedel” (Çev.: Refik Özdek) romanını okumanızı öneririm. Olağanüstü güzel bir romandır, tam da okumanın zamanıdır.
(**) “Kuduz Düğünü”: Karadeniz’de, eğer birini köpek ısırmışsa, o kişiyi sabaha kadar uyutmamak için kemençeyle horon tepilir, kuduz olmasın diye. Hüseyin Haydar’ın bu adda güzel bir şiiri vardır.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (26 Temmuz 2016)