Bir söylem geliştirmek için sormuyorum bu soruyu.
Siyasal arenada “parti sözcüsü” kimliğindeki kişilerin konuşmaları/açıklamaları beni konuşanın kim olduğundansa, ne adına/niçin/neden konuştuğunu düşünmeye yöneltir. Bir tür kendisini bir düşünce, ileti, haber, hatta söylem için “aracı” kılmıştır. Bir tür görev üstlenmiştir. Sözde ve eylemde olanın aracısı da denebilir bu tür sözcülük işlevini üstlenenlere.
Peki, burada yüzümüzü bir yazara dönerek, Sartre’ın o ünlü sorusunu sorarsak; “…hangi amaç uğruna yazıyorsun?” Üstüne üstlük onun şu açıklamasına da göz atarsak, sanki yazarın konumu/kimliğine dair daha açık şeyler düşünürüz: “Yazar, konuşan kimse’dir: o gösterir, ortaya koyar, buyurur, yadsır, çağırır, yalvarır, hakaret eder, inandırır, araya sokuşturur. Bunu boş yere yaptığı zaman ozanlaşmaz. Hiçbir şey söylemeden konuşan bir düzyazı yazarı olur.”
Yüzümüzü kurmaca bir anlatıya/edebi yapıta dönerken aklımızın bir köşesinde olan/duran sorunun bizden ne çok yanıt beklediğini biliriz.
Beni bu düşüncelere, hatta Sartre’a uzandıran aslında okuduğum bir roman, ve romanın yazarı.
Burada romanın çevresinde dönenecek değilim. Çünkü okumam sürüyor. Ama anlatı/kurmaca ve yazarı beni o denli heyecanlandırdı ki; romanını okurken bir yandan da onun anlatıcı kimliğini düşündüm. Yalnızca bir yazısına ve bir söyleşisine göz attım. İlk iki romanını bilmeme karşın okumamıştım. Merak etsem de, sonrasını beklediğimi açıkça söylemeliyim.
İlk iki romanının “erken yaş”ta yazılmış olmasının getirdiği çekince filan değildi bu. Tam tersi, bazı başyapıtlar bu yaşlarda ortaya çıkar.
“Genç yazar” diye sunulup, ortaya da albenisini artıracak görselliklerle çıkarılınca, mesafeli durmayı seçiyorsunuz ister istemez!
Her neyse, bunu bir yana bırakayım.
Can Gürses’in üçüncü romanı “Ölüyordum, Geçerken Uğradım”ı okumaya yönelince, daha ilk bölümdeki anlatıcının sesi beni duralatmıştı. Ondaki dil şenliği, anlatım yordamı, kurmacayı yerli yerince akıcı kılma bilinci, görsellik, ayrıntıları göz ardı etmemesi, yarattığı dil/duygu bilinci, mekân/nesne ilişkisine bakışı, iç ses’le dış ses’in buluşup ayrıştığı nokta, romanın iki ana karakteri Mahur ile Nazif’in ruh hallerinin bilinçlerinden akıp gelişini anlatma yordamı, vb.
Onun bir anlatıcı olarak sesinin çoğulluğunu, konuşma edasını; daha anlatısını kurarken neyi/niçin/neden/nasıl anlatacağını bilme tutumunu sevmiştim.
İyi roman kendini okutur, ama bir o kadar da yazarını merak ettirir. Bir yapıttan yazara gider, sonra da yazar okumasının ne olabileceğini pekâlâ öğreniriz. Dahası “seçici okur”a önerim de bu yöndedir sürekli: Yazar okuması yapınız.
Can Gürses’in, yazar okumalarından gelen bir yazar olduğunu; hayata, insan ilişkilerine oradan apaçık/yalın/dupduru baktığını; ama kendi sesini kurmanın derdini/meselesini önemsediğini; yazmanın her şeyden önce dil bilincinden geçtiğini bilmesi benim için ilk dikkate değer yanları.
Belki de onun yazdığını önemsemem, romanını tamamlamadan söz etmem de bundan.
Kötü bir romanın ilk bölümünü okur bırakırsınız; ilerlemez, yazarını da merak etmezsiniz. Ama böylesine iyi bir roman daha ilk bölümünde sizi düşündürüp yazarını ve neler anlattığını merak ettirip yazdırıyorsa… Evet, edebiyattan umut kesmemek gerekir.
Can Gürses’in “Ölüyordum, Geçerken Uğradım” romanını bu merakla okuyup sonlandıracağım. Diğer iki romanına (“En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın”, “Kırık Beyaz”) geçmeden bu romanı üzerine yazacağım da elbette. Kendisini bulup konuşacağım da.
Anlatısında konuşanın kim olduğunu, bizlere neler anlattığını merak etmemek; Mahur ile Nafiz’in öyküsünü on günlük zaman dilimine yayarak yakın tarihin bir yüzyılının nasıl anlatıldığını da bu duyguyla okumak şenlikli bir yolculuk, bunu şimdiden size söylemek isterim.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (31 Ekim 2017)