Bülent Çallı’nın ilk romanı Simsiyah, İletişim Yayınları tarafından basıldı. Çağdaş bir Faust, Mefisto ya da Saint Germain Kontu anlatısı olarak da okunabilecek roman, tüm bunları İstanbul’un yerelliğiyle harmanlayarak ortaya sıkı bir serüven çıkarıyor. İlk kitabını çıkaran yazarla yaratım sürecini ve romanın olası yorumlarını konuştuk.
Hikâyede tekrar eden yangın motifi var. Ayakkabı atölyelerinin üstüne çökmüş bir lanet gibi sürekli yangınlar çıkıyor… Metaforik bir anlamı var mı tüm bunların?
Biraz öyle. Aslında romanda anlatılan yangınlar İstanbul’un şehir tarihinin de bir parçası. Tarihi yarımada dediğimiz bölgenin esnafından bahsederken bu yangınları anmamak olmaz. Romanın özelinde ise bu yangın motifi, önce bir kaybın müsebbibi, sonra bir borcun bedeli oluyor. Sonlara doğru ise bir arınmaya dönüşüyor. İki ana karakteri çaktırmadan ortak bir paydada buluşturmasının yanı sıra böyle bir sembolik tarafı da var.
Bazen ete kemiğe bürünerek bazen de kimselere görünmeden bir ruh gibi ortalıkta gezinen esrarengiz Siyah Paltolu Adam var. Karşılığında bir takım bedeller ödenince –ki bunlar çok ağır bedeller- bu adam insanların dileklerini gerçekleştiriyor. Alaaddin’in cini gibi… Ama sanki daha karanlık, daha gerçek ve daha kötü bir dilekçi bu. Çıkış noktanız neydi bu karakteri oluştururken, bu adam neyi temsil ediyor?
Siyah Paltolu Adam, insanlarla, Faust’u ya da Angelheart filmini anımsatan şeytani birtakım alışverişlere giriyor. Okurken, onun Mefistofeles’in ta kendisi olduğu akla gelebilir, ancak romandaki karakter kendisiyle ilgili böyle bir iddiadan özellikle kaçınıyor. Sonlara doğru Siyah Paltolu Adam’ın kimliği ile ilgili az da olsa bir bilgi edinebiliyoruz zaten. Benim bu karakterle ilgili çıkış noktam Faust’tan ziyade, Umberto Eco’nun Foucault Sarkacı romanında da güzelce anlatılan ve kimilerince gerçekten var olduğu düşünülen efsanevi St.Germain Kontu’ydu.
Hikâye özellikle ortalara doğru iyice koyulaşıyor. Kılıçlar, kılıç ustaları, parolalar, havada uçuşan kafalar… Okuyanda adım adım gelişen merak duygusu buralarda tavan yapıyor. Okuyucunun
imgelemini harekete geçiren bir zenginliğe sahip buralar. Nelerden beslendiniz tüm bunları yazarken?
Lise yıllarında Sultanahmet yakınlarında bir dil kursuna gittim. Üç yıl boyunca kurs çıkışı çevredeki müzeleri, sanki bir müptela gibi her hafta sonu muhakkak ziyaret ederdim. Orada gördüğüm objelerden heyecan duyar, onlarla ilgili hikâyeler yazardım. Sonraları, İhsan Oktay Anar’ın ve Orhan Pamuk’un kimi kitapları bu meraklarımı ete kemiğe büründürdü. Fakat sadece oryantalist bir merak değildir bu. Paris’te de icatlar müzesini her hafta gezerdim. Zanaatların gizemli yanına, anlatılmayan, sırlarla dolu ustalıklarına bir merakım var demek ki.
Hikâyede bahsi geçen objeler de çok dikkat çekici. Ayakkabılara ve kılıçlara dair verilen detaylar. Yapım süreçleri… Bir tarafta ayakkabı ustası bir tarafta kılıç ustası var. Bu ikisi arasında bir paralellik söz konusu mu?
Doğrusunu isterseniz illa iki usta karşı karşıya gelsin diye tasarlamadım yazarken. Bu yapım detayları daha çok üstte de bahsettiğim, ustalık isteyen o eski zanaatlara olan saygım ve merakımdan kaynaklandı. Kitapta Cemil Usta’nın sadece kılıç ustalığı değil dökümcülüğü de övülüyor. Yine de bu kılıç işinde değişik bir cazibe var tabii. Cemil Usta yoğurtçu olsa, bu başka bir roman olurdu.
Dikkatimi çeken diğer bir nokta da üslubunuz. Sanki bir tarafıyla denge unsuruymuş gibi geldi bana. Hikâyedeki karanlığı dengeliyor. Esprili üslubunuz karanlığı dağıtıyor, daha açık tonlar ekliyor. Ve sanki biraz da “Bu okuduğunuz kurmaca bir şey, kendinizi fazla kaptırmayın,” der gibi okuyucuya sesleniyorsunuz. Öyle mi gerçekten?
Evet, evet. Aslında bu hem planlı hem de doğal bir üslup oldu. Hikâyeyi Siyah Paltolu Adam’ın ağzından dinliyoruz ve onun yaşadıklarını, görüp geçirdiklerini düşününce bu esprili üslubu hak ettiğini düşünebiliriz. Bunca karanlığı bir de melankoliyle karşılayıp, ciddiye alacak olsa her halde elimizde birkaç sayfada bitecek bir cinnet hikâyesi kalırdı. Bunu bir roman haline getiren biraz da Siyah Paltolu Adam’ın oyunu uzatma ve karakterle uğraşma isteği. Ne diyelim: Sizi öldürmeyen şey şakacı biri yapar.
Gerçekle fantezi arasında gidip gelen bir kitap Simsiyah. Tam fantastik bir evrende kaybolmuşken gerçeğe dönüyoruz. Ya da tam tersi bildiğimiz, alışık olduğumuz mekânlarda, aşina olduğumuz yüzlerle birlikteyken kendimizi gerçek hayatta olmaz diyeceğimiz esrarengiz olaylar zinciri içerisinde buluyoruz. Salt fantastik bir hikâye sunmuyorsunuz. Gerçekle olan bağı kuvvetli, gerçek hayatın içine yedirilmiş bir fantezi diyebilir miyiz Simsiyah için?
Bu son cümlenizi bundan böyle kitabı tarif ederken kullanacağıma emin olabilirsiniz. Simsiyah‘tan sonra roman haline getirebileceğim üç, dört hikâye fikrim daha var bir kenarda yatan. Onlar da aynı durumda. İçlerinde muhakkak bir fantezi var ama gerçeğe de sıkı sıkıya bağlı. Bir hikâye düşlerken muhakkak somut ve gerçek bir duyguyu anlatmak istiyorum ama salt gerçeğe de katlanamıyorum. Bu ikisini makul ölçülerde dengelemeye çalışıyorum.
Edebiyatseverlerle paylaşmak isteyeceğiniz, son zamanlarda okuyup da sizi çok etkileyen yazarlar oldu mu?
Neden bilmem, beni en çok İspanyolcadan gelen yazarlar etkiliyor. Yenilere bir örnek olarak Şilili Alejandro Zambra’yı önereyim. İspanyolların dışında benim yeni keşfettiğim Romain Gary ve Etgar Keret‘i de söyleyeyim. Bir de daha önce görmezden geldiğim ve bir tavsiye üzerine birkaç haftadır okuduğum Haldun Taner’den çok etkilendim.
Söyleşi: Aybars D. Bayındır – edebiyathaber.net (22 Temmuz 2015)