Bülent Yıldız, İletişim Yayınları’ndan yeni çıkan “Zifir” adlı romanın yazarı. “Zifir”, okuru zorlayan, okuru oyuna çağıran metinlerden. Böyle yazınca postmodern bir roman okuyacağınızı sanmayın. Güçlü bir roman, maharetli bir yazar ve yeni bir edebi deneme okuyacağınızı garanti ediyorum. Yanılmayacaksınız. Yıldız ile romanı -biraz oyun oynayarak- ve yazarlık anlayışını konuştuk.
Kitap için Aziz Okur’u arayan bir adamın romanı desek olur galiba. Kim bu Aziz Okur? Tanıdığımız biri mi?
“Zifir” için Aziz Okur’u arayan bir adamın romanı dersek olur mu bilmem, bundan pek emin değilim açıkçası. Romanı okuyanlar kuşkusuz biçimsel olarak böyle bir izlekle karşılaşacaktır. Evet Aziz Okur’u arayan bir adam var gerçekten de. Ama o izleği takip edenler başka bir şeyle daha karşılaşacaklar. Bunun ne olduğunu elbette söyleyemem de aklıma hemen Simurg örneği geliyor mesela. Simurg’u bulmak için kaf dağına uçan 30 kuş, oraya ulaştığında başka bir şeyle karşılaşıyor; bakıyorlar ki Simurg diye bir kuş yok. Bahsedilen Simurg aslında kendileri. Thebai mitinde sıklıkla anlatılan Sfenks’in Oidipus’a sorduğu soruda da benzer bir durum var. Oidipus’un Sfenks’in sorusuna verdiği cevap “insan”dır. O insanın herhangi bir insan değil de Oidipus’un kendisini imlediğini düşünmüşümdür ben hep. Dolayısıyla Aziz Okur hem çok tanıdığımız ama hem de çok tanımadığımız biri. Ama Aziz Okur kim? Gerçekten tanıyor muyuz? Buna elbette en doğru cevabı aziz okurların kendisi verecektir.
Bir serüven romanı gibi başlıyoruz, sonra Dantevari bir atmosfer, Beckett şu bu… Epeyce gönderme var, ilgi çekici olansa zamanın kullanımı. Roman hangi zamanda geçiyor?
Kayıp zamanda… Bunu hem metaforik hem de gerçek anlamda söylüyorum. Yukarıda değindiğim izlekleri takip eden ve takip ederken biraz da dikkat eden okur kuşkusuz sizin sorduğunuz “hangi zaman?” sorusunun karşılığını bulacaktır. Biraz daha dikkat eden okur, benim “kayıp zamanda” demekle neyi kast ettiğimi de bulacaktır. Aziz Okur’u arayan adam belki de burada o kayıp zamanı aramaktadır. Buna kazanılamamış bir zaman da diyebiliriz. Şimdi düşünüyorum da romandaki kahramanın saatlerle ve dolayısıyla zamanla haşır neşir olması da belki bu yüzdendir.
Roman bazen çok net bazen muğlak ifadelerle tanımlıyor sanki kendini. Maksatlı bir oyunbazlık var. Edebiyat oyun kaldırır mı?
Bilmiyorum. O oyunun ne kadar inandırıcı oynandığına bağlı sanırım. Çocuklar oyun oynadığında oynadıkları oyuna sonsuz inanırlar. Ama öte yandan onun oyun olduğunun da bilincindedirler. O oyunlarda hayalle gerçek iç içedir. Hatta öyle olur ki bir bakmışsınız hayal ve gerçek yer değiştirmiş. Şöyle düşünürüm o zaman; oynadıkları bir oyun, yalan yani ama yalana o kadar inanmışlardır ki yalan onlar için gerçek olmuştur artık. O andan itibaren o gerçektir, yalan değil. Çocukları oynarken izlediğimde bu yüzden büyülenirim ve hayrete kapılırım ben. Netlik ve muğlaklıkların tınısı sanırım biraz buralarda gizli. Oynadığımın bir oyun olduğuna inandığım için muğlak, aşırı inandığım için net.
Yazıyla ilgili pek çok iş yapmışsınız, dizi senaristliği, tiyatro, eleştirmenlik. Geriye dönüp baktığınızda hepsinden izler var mı diye soracağım ama en çok hangisi sizi etkiledi. Bilemiyorum, belki okurluk hepsinden fazla işinize yaradı. O da olabilir.
Okurluk hepsinin atası benim nazarımda. İyi bir okur olmadan ne yazık ki yukarıdakileri ve doğal olarak roman yazarlığını yapabilmek mümkün değil. Hangisi işe daha çok yaradı? İlk romanım “Kitab-ı Zuhur” için tiyatro ve eleştirmenliğin (ama daha çok tiyatronun) işe yaradığını net olarak söyleyebilirim ama “Zifir”de hepsi işe yaradı. Daha doğrusu şu, senaristliğin hep en az işe yarayan olduğunu düşünüyordum ben ama editörüm Levent Cantek’le roman üzerine konuşurken bana romanda onun işe yarayan yönlerini (sinematografik bakış açısıydı o) gösterdiği ve o işe yarayan yönlerini parlatmam gerektiğini söylediği andan beri artık onun da işe yaradığını düşünüyorum.
Romanda Vladimir’i görünce dayanamayıp edebiyat magazini yapacağım. Okur, Zifir’i beklerken neyle karşılaşacak?
Vladimir’in ezeli dostu Estragon’la. Geleceksizler Tiyatro Kumpanyasıyla. Hüsrev Tiryaki’nin “Maşuklar Menkıbesi” ile. Küfür ansiklopedisi yazmaya çalışan bir manyakla. Arıza ama iyilerin dostu mahalle kabadayısı Özdal Kulakçı ile… Yok, söylemekle bitmeyecek bu. En iyisi şöyle söyleyeyim; muziplikle, yer yer hınzırlıkla ve okurken eğlenecekleri bir romanla karşılaşacak. Evet, ismi “Zifir” olan bir romanda bunlar olur mu? Oluyor işte. Benim kanaatim bu yönde ama elbette son sözü daima aziz okur söyler.
Söyleşi: Serap Uysal – edebiyathaber.net (26 Ağustos 2014)