Bundan Sonra Her Şey Biziz | Gönül Kıvılcım

Ağustos 2, 2017

Bundan Sonra Her Şey Biziz | Gönül Kıvılcım

Tedirgin edici, kimimizi uyutmayan, kimimizi taş duvarlara mahkum eden günlerden geçiyoruz. Çember giderek daralıyor. Masumiyetine şahitlik edebileceğimiz arkadaşlarımızın ismi uydurma ajan, terörist listelerine düşüyor. Yatıp kalkıp konuştuğumuz tek konu mahkemeler, darbeye kalkıştığı ve her an yine kalkışabileceği söylenen, hayatımızla temasının olmasını hiç ama hiç istemediğimiz bir örgüt, gözaltılar, işten çıkarmalar, açlık grevleri…  Kısacası kötü günlere tanıklık ediyoruz.

Gökyüzü bildiğini okuyor. Yeryüzü bildiğini okuyor, çocuklar denizde ağlıyor, akşamları biralar devriliyor, tramplenden balıklama, çivileme denize atlanıyor, bir hafta önce yaşadığımız depremin ruhlardaki yaraları sarılıyor, Ege’nin akvaryumu aratmayan sularında balıklarla yarenlik ediliyor, sudan çıkınca denizin tuzu akıtılıyor, akşamları yemeğe iki üç tanıdık çağrılıyor, denize inerken şapkalar unutulmuyor, aileler bazen göz önünde bazen gizliden gizliye birbirini yiyip bitiriyor… Sonra, yan masada bir Cumhuriyet gazetesi çarpıyor gözüme. Seviniyorum. Bana benzeyen, belli etmese de öfkesini kabuğunun altında taşıyan biri daha! 

Bir dinozor

Başka bir masada sakin, dingin bir öğretmen başını kaldırmadan sevgili Mina Urgan’ın kim bilir kaç yıl önce devirdiğim kitabını okuyor: Bir Dinozorun Anıları. İnternetim çekmiyor, dinozora yanaşıyorum çekinerek. Başını kendi hayatından kaldırıyor. Aslında telefonu bozulmamış olsaydı kitap okumaya hayatında pek de fırsat kalmadığını anlatıyor kaşla göz arasında. Parmaklarının ağrısı geçmiş kitaplara dalalı. Telefonla fazla haşır neşir olmaktandı herhalde, diyor. Kaşla göz arasında çok şey oluyor. Silivri’de aylardır mahkeme gününü bekleyen gazeteciler nihayet Çağlayan’a getiriliyor. Cumhuriyet Davası. Aralarında gayet iyi tanıdığımız isimler. Öykü günlerinde, fuar etkinliklerinde yazarlara destek olabilmek, ağırlığını edebiyattan yana koymak için varlığını hiç eksik etmeyen Turhan Güney mesela. Turhan abimiz. Yazarlar, aydınlar arası içki sofralarının neşe, müzik, enerji kaynağı. Onun savunması bu yazının hazırlandığı günlerde alınmamıştı henüz. Bekliyoruz.

Beklerken sormadan edemiyoruz: Sahi biz kaç kişiyiz?

Yaz bunaltıyor. Sünen zamanı okey masalarında geçiriyor yazlıkçılar, gözlüklü babalar, göbekli anneler… Ağlak çocuklar masalara yanaşıyor: Anneeee…. Denize girebilir miyim? Bilgisayarımda gene sorun yaşıyorum anne. Sana bir çay söyleyeyim karıcığım. At bi mantı, sarımsaklı olsun.

Evet, gene yazlığa geldim. Önümde Madeleine Thien’in romanı Bundan Sonra Her Şey Biziz. Sayfalar sayfaları takip ediyor. Çevirisi aksamıyor, anlatı su gibi akıp gidiyor. Karşımda koylarla bölünmüş bir deniz, rüzgârda kabarıyor. İki bin on altı, Man Booker finalisti Thien’in yazdıkları tanıdık geliyor:

“Sonunda bir milyondan fazla insanın meydana gittiği o günleri anlattı. Öğrenciler yedi günlük açlık grevine başlamışlardı. Aiming de en yakın arkadaşı Yiwen”in yanında, betonun üstünde geceler geçirmişti. Güneşten ya da yağmurdan korunacak hiçbir şeyleri olmadan açıkta oturmuşlar, yatmışlardı. O altı hafta süren gösteriler boyunca kendini evinde hissetmişti; memleketine kendi gözlerinden, kendi tarihinden bakmanın, milyonlarca insanla birlikte bilinçlenmenin nasıl bir şey olduğunu ilk kez o zaman anlamıştı. Kendi başına akan sakin bir nehir olmak istemiyordu, okyanusun bir parçası olmak istiyordu.”

Arkadaşımız Aslı Erdoğan için Bakırköy önünde nöbet tutarken “Edebiyat sınır tanımaz” dedik. Tiananmen meydanı, Tahrir ya da Taksim. İnsanı ve dipten gelen dalgayı anlatır romanlar. Toplumun, insanın dönüşümünü. Roman felsefedir, arkeolojidir, tarihtir, sanattır. İnsanı anlama sanatı.

İnsanı ve toplumdaki dalgalanmaları, bu dalgalanmaların bireysel izdüşümlerini anlatır.

Anlatmalıdır.

Ancak bugünlerde ne yazarsak yazalım gerçeklikle memleketteki seksen milyonun hayatı arasında derin bir çatlak var sanki. Kelimeler, gözyaşları, hapisten gelen mektuplar, tutulan özgürlük, adalet nöbetleri o çatlağa akıyor.

Yine de boğulmamak için çatlağın içine akanları dile getirmeyi denemeliyiz. Bizler, hikâye anlatma isteğini yüreğinde hissedenler. Kelimelerle yatıp kelimelerle kalkanlar. İnsanın kalbine giden anahtarı elinde tutanlar.

“Ne kadar az insanda hikâye anlatma kabiliyeti olduğunu bilseniz şaşarsınız” diyordu Yaşlı Kedi… Gene de bu yeni imparatorlar hikâyeleri yasaklamak, yakmak, yok etmek istiyorlar. Mutluluğu elde etmenin ne kadar zor olduğunu bilmiyorlar mı? Belki de biliyorlar. Sinsi keçiler. (Bundan Sonra Her şey Biziz)

Çin’den gelir bazen başkaldırı, bazen Fransa’dan, kimi zaman da Türkiye’den. Bazıları etrafta olan biteni görmezden gelmeyi deneyerek denize atlasalar bile gerçeklik er ya da geç cezalandırır ondan kaçanları. Bir bakarsınız, çok uzak sandığınız eşiğin tam önündesiniz.

Öyleyse, gelin gerçeklikle imtihanımızda romanları alalım yanımıza. Şiirin, öykünün, edebiyatın tılsımından damlatalım gözümüze.

Edebiyatın cesur adımlarıyla yürüyelim. Gerçeklik bizi çarpmadan biz atlayalım o derin çatlağın içine.

Gönül Kıvılcım – edebiyathaber.net (2 Ağustos 2017)

Yorum yapın