Gerçek, insanın dayanabilme gücünü aşan bir ağırlığa sahiptir.
Çünkü bahsi geçen yaşadığımız dünyanın gerçeğidir ve oldukça can yakıcıdır. Bu nedenle ondan uzaklaşmayı tercih ederiz. Onu tanımak istemeyiz. Gerçi bilmek istesek de, yüzleşmeye cesaretimiz olsa da ulaşması çok kolay değildir. Kopyalanmış, çoğalmış, çeşitli görüntülerin ardına gizlenmiştir. Sezebiliriz ama kanıtlayamayız. Soyut bir kavram gibi uçuverir avucumuzun içinden. Ve bir gün kendi gerçekliğini yaratır, gördüğümüze inanır ve onunla bir ömür geçiririz. Yarattığımızın ya da kabul ettiğimizin ne kadarı bizimdir, tartışmayız bile. Aklımıza sığan, adını koyduğumuzda bizi rahatlatan her şeyden etkileniriz. Yaşananlar, öğrenilenler, öğretilenler, medya… Artık yapay bir evrene aidizdir. İnanmak isteriz, delice hem de. Yoksa şüpheci oluruz. Kuşkuyla yaşamanın yorgunluğu çöker üstümüze. Ortaya çıkan kuşatılmışlık tablosuysa eğer, özgür irade tutsak demektir. Aslında gerçek sandığımız bilgiye sarılıp uyumaktan başka bir şey değildir.
Bu yüzden Özgürlük Hapishanesi der kitabın adına Michael Ende. Sekiz öyküden oluşan eserde yanılsamaların yansımalarını anlatır: Özgür olduğunu sanan tutsakların ya da serbest olduğu halde özgür hareket edemeyenlerin öykülerini. Hayatın göbeğinde gelişen olağanüstü olaylarla özgürlük meselesine yeni bir boyut kazandırır. Zamanın algıda yarattığı kırılmaları tarif etmek içinse dile başvurur. Metni çoğu yerde yazarken kurar. Böylece okuru metnin akışına dâhil ederek suça ortak eder. Oyunun içine alır bizi. Fakat yol gösterici rolünü esirgemez. Daha ilk öyküde uyarısını yapar:
“Ama genelinde de ve özelinde de zulüm ve şiddet dolu, açgözlülük ve anlamsız eziyet dolu şu haliyle dünyaya bir bakın ve bana söyleyin: Adaletli, kutsal denilen Tanrı böyle bir kusurluluğu nasıl yaratmış olabilir? Her şeyi yaratan insandır ve bunu bilmez. Bilmek istemez, çünkü kendisinden korkar, hem de haklı olarak.” (s.71)
“Uzun Bir Yolculuğun Sonu” adını taşıyan ilk öyküde geçer bu sözler. Öyküye çıkan yol – diğerlerinde olduğu gibi- sonsuz, belirsiz ve soluktur. “Gerçek” ışığın ardında saklıdır fakat oraya ulaşılıp ulaşamadığı meçhuldür öyküsü yazılan Cyril’in. Çünkü Cyril hayatının büyük bir bölümünü bekleyerek geçirmiş yersizyurtsuz biridir. Kendi gerçeğini bir sanat eserinde bulur, resmin peşine düşer. Koca bir hayatı ıskalar. Son öykü olan “Yol Göstericinin Efsanesi”nde ilk öyküyü başka bir yerden yeniden yazar, yaşamın döngüselliğini, karakterlerin çıkışsızlığını gösterir. Her ne kadar efsane olarak anlatılsa da, trajik bir öyküdür. Mucizenin varlığına inanan, peşinden giden adı sürekli değişen çocuk, şan şöhret ve paranın tuzağına düşer. İnancının yerine illüzyonu koyar. Gerçeğin ışığıyla karşılaştığında ise her şey için çok geçtir. Çocukluğunda sevmediği dünyanın parçası olmuştur. Bu yanıyla arayış döngüsel bir hal alır. Çünkü Ende’in karakterleri kolaycılığı benimsemiş, gördükleri düşe başkalarını ortak etme konusunda beceriksiz yalnızlardır.
“Borromeo Colmi’nin Koridoru” Borges’in “Labirent”ine atıftır. Öyküdeki çift, ölçülerle tanımlanmış küçük bir koridorun sonunu bulamaz, yalnızca ışığı görürler. Aklın sınırlarını aşan görüntüler sunan koridor, bilimsellikle aralarına sonsuz bir uçurum koyar. Bu sırra başka kimsenin inanmayacağını düşünüp kendilerini biricik sayarlar. “Varoştaki Ev” tek boyutlu bir karanlığa açılan, yalnızca yaşlı ve pasaklı bir kadınla Nazi subaylarının girebildiği bir evdir. Kötülüğün karanlıkla imlendiği evi iki çocuk görür, fakat içine giremezler. Sırrını çözemedikleri ev, savaşın bitmesiyle sonsuzluğa gömülür, duvarları erir. Anlatıcıya göre kimse olanları garipsemez, far etmez. Ende tam burada modernizme olan inancı sarsan, gerçeklik algısını tamamen değiştiren bir olayı kitabın ortasına yerleştirir. Bu gerçeklik faşizmdir. Kendini üstün gören bir ırkın başka bir ırkı yok etme arzusu, ancak tek boyutlu karanlıkla anlatılabilir. “Mişraim’in Katakompları”ndaki Iwri’nin cesareti bile tek başına yetmez bunca dogmatik düşünceyi yıkıp geçmeye. Iwri, duvarda gördüğü çatlakları, o çatlaklardan sızan ışığı resmetmeye çalışır. Yani Iwri gerçekliğe ulaşmak için sanatın ve sanatçının yaratıcı rolünü temsil eder. Fakat bu rolü tek başına kavrayamaz. Iwri’nin varlığı tehlikelidir, bunu da iktidardakiler fark eder. Acı çekmek sahiciliği temsil ediyorsa eğer, Iwri’nin insanları yani Gölge halkı erk tarafından ilaçla uyuşturulmaktadır. Her şeyi hemen unutmaktadırlar. Avutucular, iktidara muhalifmiş gibi görünen besleyicilerdir. Böylece uyum da uyumsuzluk da sistemin eline geçmiş olur. İnançsız halk Iwri’yi ışığın yanına tek başına gönderir. “İtiraf Edeyim, Biraz Küçük”te bilimin gerçekliğini altüst eden bir durum tanımlanır. Gördüğüne inanmak istemeyen karakter, önyargıya ve katı gerçekliğe sarılır ve gördüğünü düş sayar. Kitaba adını veren “Özgürlük Hapishanesi”ne girdiğimizdeyse Müslüman bir adam olan İnşallah’ın özgür iradeyle yüzleşmesine tanıklık ederiz. Alışık olmadığı durumu kaldıramayan İnşallah, başladığı yere geri dönmek ister. Açabileceği kapıların hiçbirini kendi iradesiyle seçemez, ışığı görme hakkı ömrünün sonuna dek elinden alınır.
“Bu dünyada nedenini kendi de bilmeden yurtsuz hisseden insanlar vardır.”(s.223)
Anlaşılacağı gibi Michael Ende aklın alıcılarıyla oynar, zihnin sınırlarını sınar. Bilimsel bilgiden tamamen uzak, gerçeküstü bir dünya kurar, açıklanamayan olaylar yerleştirir. Böylece gerçeğin ağır olduğunu, özgür iradeye sahip olmanın aslında ne demek olduğunu göstermeye çalışır. Karakterler böyle bir sahada oyuna çıkar. Aşağı yukarı her öyküde ışık imgesini kullanan Ende, şimdiki zamanı karanlıkla tasvir etmiş olur, hem de karanlığın adını geçirmeden. Bize özgür olmadığımızı, gerçeği aramanın cesaret gerektirdiğini ve sezgiye güveni tembihler sanki. Daha önce söylediğimiz gibi okur zaten metne dâhildir. Yazar, tutsaklığı, çaresizliği hissettirir. Beklenmedik yerlerde beklenmedik manevralar yaparak istediği yerde yine okuru saf dışı bırakır. Son/ sonuç bekleyen okuru eli boş bırakır. Çünkü ışığın ardına geçmek yazarın amacıyla çelişir. Okurun özgür iradesini yok saymaktır. Amaca içkin üslup yardımıyla insanlığı saran gerçeklikler kastı tarif edilmiş olur.
“Yol gösteren bir levha da özel bir değeri olmayan, belki de dağılmış, hatta çürümüş bir tahta parçasından başka bir şey değildir. Üstünde yazılı olanı kendisi okuyamaz, okuyabilseydi de anlayamazdı. İşaret ettiği yere kendisi asla gidemez, tam tersine onun amacı durduğu yerde kalmaktır. Burası her yer olabilir; her yer aynı derecede iyidir, bir tek yer, yani işaret ettiği yer dışında. Onun tümüyle ararsız ve anlamsız olacağı tek yer orasıdır. Zaten işaret ettiği yerde olmadığı için, oranın yolunu arayana yararı dokunur.”(s.248)
Şunu da söylemek gerekebilir. Düz bir okumayla Ende’in bu eseri farklı bir gerçekliğin yargısına kurban gidebilir. Metafiziğe övgü diziyormuş gibi; karakterleri vahiyle aydınlatan, her şeyin tanrı iradesine teslim eden, hatta Momo’sunu yalanlayan bir yazar olarak bile suçlanabilir. Ende’e kadercinin teki demek bile mümkün böylesi bir okumayla. Ende sanki bu tür bir yargının riskini sezmişçesine ipuçları yerleştirir metne, üslubunu ustalıkla kurar. Göstermek istediğini, kendi özgün düşüncelerini alt-metne gizler. Karakterleriyle bir biçimde özdeşleşerek onları yine onların diliyle tarif eder. Böylesi nesnel bir tutumu sübjektifmiş gibi ele almak kolaycılık tuzağına düşmek olur. Eğer okur Ende’i kendi gerçekliğine sığdırmaya çalışırsa kazdığı kuyuya düşebilir. Çünkü akıl almaz hayal gücünü, tarafsızlıkla birleştiren güçlü bir metin Özgürlük Hapishanesi. Hikâyeler, gerçeküstü zemini aşıp yaşamın ortasına düşünce, hapishane kurgusu gerçek dünyayla buluşur. Görünür tek eylemse yürüyüştür, yolun sonu muamma olsa da. Oysa hiçbirimiz yeryüzüne oyun oynamak için gelmedik, ama nasıl olduysa başka başka oyunların figüranı sayarlar bizi.
“Dünya aldatılmak istiyor(…) sanatçı usta bir yalancı olmalıdır.”(s.239)
Ende pek çok şeyin insanları aldatmak üzerine kurulu olduğu bir dünyanın resmini çizen can sıkıcı bir sanatçıdır öyleyse. James Joyce’un epifanisi her öyküde parlar tepemizde. Bizi entelektüel bir kargaşanın içine sokar. Mutlak olana ulaşmanın imkânlarını önümüze sererken, sezgi yoluyla gerçekliğe en yakın kişinin sanatçılar olduğunun altınız çizer. Düşünmeye zorlar: Yanlış olan sorular mıdır yoksa yaşamın kendisi mi?
“Çünkü dünyayı işler tutan şey, umut, yalnızca umuttu” (s.30)
Arzu Eylem – edebiyathaber.net (30 Mayıs 2012)