Söyleşi: Can Öktemer
Bellek, unutma ve hatırlama yaşadığımız çağın en çok tartışılan konuların başında geliyor. Modernliğin getirisi olarak toplumların unutarak ilerlemesi ve zamanın hızlanması sebebiyle geçmişle ve şimdi arasında bir bağlantı kopukluğu meydana geldi. Bununla beraber modern devlet tahayyülü de geçmişi seçerek geleceği kurguladığı için de bir hafıza sorunu ortaya çıkmıştır. Hafıza ve unutma başta edebiyat olmak üzere, sinema, müzik gibi alanlarda da son zamanlarda ele alınana temaların başında geliyor. Burhan Sönmez son romanı Labirent’de, intihar teşebbüsü sonucunda hafızasını kaybeden bir müzisyenin hikayesini anlatıyor. Yazar, Labirent’te okuyucusunu geçmişini arayan müzisyen üzerinden bir labirente sokuyor ve hafızanın derinliklerinde bir yolculuğa çıkarıyor; bununla beraber hafızayı unutmayı, boş bir bellekle geleceğin nasıl kurulabileceğini sorguluyor kitabında. Burhan Sönmez’le son romanını, hafıza ve bellek meselelerini konuştuk.
-Son romanınız Labirent, geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Bize kitabınızın oluşum sürecinden bahsedebilir misiniz?
Röportajlarda bu tür sorulara cevap vermekte zorlanırken, geçen gün Amerikalı oyun yazarı August Wilson’un ölmeden kısa süre önce verdiği bir röportajı gördüm. Onun yaptığı gibi ben de B harfiyle başlayan kelimelerden yola çıkmanın kolay olacağını düşündüm. İçinde Blues olan, Borges olan, Boratin ve Boğaz Köprüsü olan bir roman yazmak istedim diyebilirim. Yazar olarak benim yani Burhan’ın da yeri var bunların arasında. Hz. Ali’nin kendisini ve dünyayı filozofça tarif edişi aklıma geliyor burada. Şöyle diyor: “İnanırım ki, bütün dünyanın özü Kuran’dadır. Kuran’ın özü, ilk sure olan Fatiha’dadır. Fatiha’nın özü, başlangıcındaki Besmele’dedir. Besmele’nin özü ilk harfi olan B’dedir. İşte ben o B’nin altındaki noktayım.” (Arapça’da B harfi, altında nokta bulunan u şekline benzer: ب) İşte ben de, yazar Burhan olarak, Labirent’teki B’lerin altındaki noktayım.
-Labirent’de intihar girişiminde bulunan bir müzisyen üzerinden, bellek, anımsama gibi kavramları ele alıyorsunuz. Bu meseleleri bir müzisyen üzerinden ele alma fikri nasıl oluştu?
Fikir daha baştan müzisyenle birlikte geldiği için bunun dışında bir yolu, olasılığı düşünmedim. Bellek dil ile oluşur, onunla yaşar. Müzik ise bildiğimiz dilin sözcüklerine bağlı olmayan bir sestir, kendi içinde başka bir dildir. Belleğini yitiren Boratin’in müzisyen olması, onun hayata tutunma çabasında farklı bir iç sese veya tersine aşırı bir sessizliğe bürünmesine yol açar. Rüyada çığlık atmaya ama sesin hiç çıkmamasına benzer bu. Bu karşıtlık, aynı zamanda varoluşun bir şartı gidi bir modern hayatta. Boratin sıfırdan yola çıkarak yeniden hayatı keşfetmeye çalışır. Ama Don Kişot gibi hayalleri yoktur bu bireyin, bu yüzden çok büyük hayal kırıklıkları da olmayacaktır. Hayallerin ve hayal kırıklıklarının yerini belirsiz korkular ve boşluk duygusu alır.
-Kurt Cobain, Jimi Hendrix, Jim Morrison, Janis Joplin, Amy Winehouse… Müzik tarihinin en kıymetli müzisyenlerindendi; bir çoğunun ortak noktası da 30’lu yaşlarını görmeden yaşamlarına son vermeleriydi. Siz de romanınızda benzer yaşlarda intihar girişiminde bulanan Boratin karakterini anlatıyoruz. Boratin karakterini yazarken müzik tarihinden etkilendiniz mi? Bununla beraber yukarıdaki örneklerden hareketle müzik ve intihar olgusunu nasıl ele alırsınız?
Biliyorsunuz, 27’ler Kulübü diye bir şey var, 27 yaşında ölen müzisyenlere gönderme yapar. Genç ölmek eski çağlarda şairlerin şanından sayılırdı, son yüzyılda buna müzisyenler katıldı. Romanda, Boratin ile Efendi’nin konuştukları bölümde bu konudan söz ederler, bu yüzden ben burada fazla bir şey söyleyip karakterlerimin önüne geçmek istemem.
-Romanda iyilik, kötülük kavramlarını da tartışıyorsunuz. Hatta Meryem Ana figüleri üzerinden teolojik bir tartışmanın kapısını hafifçe aralamış oluyorsunuz. Günümüzde etik, ahlaki değerlerin krize girdiğine şahit olmaktayız. Bu anlamda iyilik ve kötülük kavramalarını siz nasıl değerlendirirsiniz?
İyilik ve kötülük, çocuklar için geçerli değildir, çünkü iradeleri yani doğru ile yanlışı ayırt edebilme yetileri yoktur. Yetişkinler iyi ile kötüyü bilme olgunluğuna eriştikleri için masumiyetleri de sorgulanır. Kötülüğün bir ihtimal olarak varlığında, masumiyet de soru işaretiyle var olabilir artık. Boratin belleğini yitirdiğinde, bir açıdan geçmişiyle bağını koparma ve hayata sıfırdan başlama, yani masum olma imkanına kavuşuyor. Bu yüzden geçmişinde iyi biri olup olmadığını sorguluyor ve kendisine sıfır bir başlangıç yapma olanağı arıyor. İyilik sözde değildir onun açısından, bu yüzden arkadaşlarının ona iyi biri olduğunu söylemeleri, kuşkularını daha doğrusu korkularını gidermez, iyiliği pratik olarak görmek, bilmek istiyor.
-Labirent’te ayna önemli bir imge olarak karşımıza çıkıyor. Ayna, aynı zamanda insanın kendi benliğini keşfetmesi ve bulması bakımından da önemli bir imge olarak karşımıza çıkıyor. Hafızasını yitirmiş Boratin de ayna üzerinden kendi benliğini yeniden inşa etmeye çalışıyor. İnsanın kendisine ahlaklı ve doğru bir hayat çizebilmesi için kendi benliğiyle yüzleşmesi gerektiğini söyleyebilir miyiz bu anlamda?
Yüzleşmek dediğimiz şey düne değil bugüne aittir ve pratiktir. Şimdi iyi bir şey yaparsak, geçmişte yaptığımız bir kötülüğe karşı kendimizle yüzleşmiş oluruz. Bunun dışındaki yüzleşme, ancak kuru bir kitabın satırlarında kalır. Roman, bu kuruluğu aşan, benliğin pratik ve somut örneklerle sorgulandığı ve deşildiği bir anlatı türü olarak bize yeni bir bakış verir.
-Son dönemde Türkiye’de geleceğin belirsizliği, şimdinin yaratmış olduğu huzursuzluk sebebiyle, geçmişe özlem ve nostalji hissiyatı yükselmiş durumda. İnsanın en uzak geçmişi, en yakın hafızasıdır bir anlamda; belki de bu sebepten ötürü insana hep güzel gelmiştir gibime geliyor. Siz de zaten romanınızda buna benzer bir cümle kurmuşsunuz. Siz, bu durum için ne demek istersiniz? Gelecekten fazla mı ümidimizi kestik?
Sizin bu tespitiniz, kriz halini tarif ediyor. Kriz anlarında gelecek belirsizliğe bürünür, insan yarın ne olacağından şüphe eder. Türkiye’de bugün yaşanan durum bu. Geleceğin belirsizleştiği yerde geçmişe özlem artar. Ama modern insan geçmişiyle de kopuk yaşadığından, içinden çıkılmaz bir gayya kuyusunda buluverir kendini. Toplumdaki bu umutsuzluk dalgası bu açıdan anlaşılabilir. Soru, anladığımız bu durumu değiştirmek için ne yaptığımızdır. Ben başkasına değil kendime soruyorum bu soruyu ve bunu roman yazarken de aklımda tutuyorum.
-Bellek, unutma ve hatırlama kavramları son yıllarda Türkiye’de çok sık tartışılan bir kavram. Yakın tarihimizde yaşadığımız ve unutmayı tercih ettiğimiz bir çok kötü olay, bellek mekanlarının yıkımı sebebiyle neredeyse hafızasını yitirmiş bir toplum resmi var önümüzde. Türkiye’nin sağlıklı bir toplum yapısına sahip olabilmesi için geçmişle yüzleşmesine ve unutulan geçmişi bir nebze hatırlamasına bağlı olabilir mi sizce?
Birey olarak bizlerin belleği boşa çıkarılıp bunun yerine genel resmi bir bellek geliştirilirken, mesela banka kayıtları, devlet arşivleri, gizli kameralar, sosyal medya hesapları üzerinden bütün belleğimiz “büyük birader”in çekmecesine aktarılırken, geçmişin tanımı da tümüyle resmi siyasi tercihlere göre yapılır. Resmi söylemin belleğinde pişmanlık ve üzüntü değil, hınç ve zafer vurgusu yatar. Bu da kişiliği gelişmemiş ama kendine hayran bir toplum yaratmaktan öteye gitmez. Özür dilemeyi ve kendimizi başkasının yerine koymayı öğrenmemiz zorlaşır bu atmosferde. Ergenlikten çıkamamış hırçın toplum görüntümüz bundan kaynaklanır.
-Malumunuz modernliğin getirisi olarak insan geçmişi unutarak bir gelecek kurmaya çabaladı. Lakin geçmişin hayaletleri hep bir şekilde peşimize takıldı. Dolayısıyla unutma ve hatırlama çatışması hep hayatımızın içerisinde. Günümüzde de peşi sıra yaşadığımız kötü olaylar neticesinde; hep unutmayacağız diyoruz, lakin bir süre sonra neyi unutmayacağımızı da unutur hale geliyoruz. Siz ne diyorsunuz bu husus için?
Neyi unutup neyi hatırlamamız gerektiğine siyaset, medya, reklamlar, vs. karar veriyor. Tarih ölüdür, geçmiş ise canlıdır. İnsan ancak canlı geçmişi taşıyarak bugünü güzel kılabilir. Bunu yapamadığımız yerde, modern toplumda, kendimizi tarihin ölü belleğiyle kuşatılmış halde buluveriyoruz. Labirentin bir yanı budur. Oradaki Boratin’in iç sıkıntısı, çaresizliği ama buna rağmen ufka bakma çabası da buradan doğar. Bizim, mümkünse, ondan bir adım öne çıkmamız gerekir. İnsandan insana sözü aktarmalı ve gerçeğe bağlı söze değer vermeliyiz. Yoksa insan dediğimiz canlı türü bir posaya, içi boş bir bedene, daha düz tabirle robota dönüşür. Yaşayan ölüler çağındayız adeta. Bellek algılarını ve bugünkü yaşamlarını yitirmiş insanlar. Kant’ın aydınlanmayı tanımlarken söylediği “aklını kullanma” yani kendine inanıp kendine güvenme yetisinden iyice uzaklaşmışız. Aklını kullanma, belleğine sahip çıkmakla mümkündür, geleceğe de ancak öyle sahip çıkılabilir. Ama arafta kalmış gibiyiz.
Can Öktemer – edebiyathaber.net (7 Kasım 2018)