Söyleşi: Gamze Erkmen
Geçtiğimiz Mart ayında İletişim Yayınları tarafından yayımlanmış olan, Burhan Sönmez’in kaleme aldığı romanı İstanbul İstanbul, yeraltındaki İstanbul’u tüm gerçekliğiyle gözler önüne seren ve hücrede yaşayan dört kişinin acılarını, hayallerini, umutlarını ve kaderlerini İstanbul üzerinden, Decameron Hikâyelerinde olduğu gibi, kurgu içerisinde kısa hikâyelerle anlatan etkileyici bir kitap. Sönmez ile roman karakterlerinden yola çıkarak işkenceyi, acıyı, hayalleri ve hem yeraltındaki hem de yer üstündeki İstanbul’u konuştuk.
İlk olarak kitabınızda yer alan dört karakterle başlamak istiyorum. Birbirinden çok farklı gibi görünen karakterler, bir şekilde ortak bir noktada buluşuyorlar. Ana karakterin de İstanbul olduğunu düşünürsek, bu karakterlerin her birinin İstanbul’un farklı yüzleri olduğunu, yani “İstanbul içinde küçük İstanbullar” olarak yansıtıldığını söylememiz mümkün müdür?
Evet, mümkündür. “Bir ben vardır benden içeri” der herkes ve her şey İstanbul’da.
Kitapta Öğrenci Demirtay’ın oldukça etkileyici bir söylemi var; “Hücrede acı çekmiyor, ama acının sınırında bekliyorduk. Yer üstünde de böyle değil miydik?” İstanbul’da yaşayan biri olarak
cevaplandıracağınızı düşünerek sormak istiyorum size; Sizin için de İstanbul günümüzde artık yeraltında ya da yer üstünde olup olmadıkları fark etmeksizin, yaşayanlarını acının sınırında bekleten bir kent haline mi geldi?
İstanbul İstanbul’un karakterleri bu konuda benden daha iyi konuşur. Ben onların sesini kendi zihnimde dolandırırken, İstanbul’a yeni bir tepeden bakmaya çalıştım. Her şeyin hem aziz hem sefih göründüğü, bir yandan çirkinleşip bir yandan güzelleştiği bir tepeden…
İşkencelerden geçen mahkûmların acılarını, detaylı olarak tek bir işkence sahnesi dahi betimlemeden anlatmayı başardığınız çok açık. İşkencenin var oluş biçiminden ziyade etkileri mi sizi bu yola yönlendirdi?
Hayatın bir işkenceye döndüğü, ama açık işkence görüntülerinin yok sayıldığı bir dünya… Lokantada önümüze gelen eti yeriz, ama o hayvanın nasıl doğranıp parçalandığını düşünmeyiz, bilmezden geliriz. Acıyı ve işkenceyi doğallaştırır “medeni” insan.
Mahkûmların hücrede olmayan rakı bardakları ellerindeymiş, olmayan balıkları kurulmamış sofralarındaymış gibi davranarak hayallerini gerçeğe dönüştürdükleri satırları hatırlarsak, bir insan gerçekten zihninde yaratacağı hayali ile o an yaşadığı gerçekliğin acısından kurtulabilir mi sizce?
Kurtulabilir demek zor, ama kurtulma ümidini sürdürür. İnsan kesin sonuçların varlığıyla değil küçük ihtimallerin canlılığıyla geleceğe bağlanır. Hayal, odur.
Mahkûmların ayakta kalabilmek için birbirlerine anlattıkları kısa hikâyelerinin temelinde yine İstanbul var. Sizce bir şehir bu kadar insana benzeyebilir mi?
Her şehir bir insan benzer, ama nasıl bir insana? Mutlu mu, mutsuz mu? Rezil mi, şefkatli mi? Bunun merakıyla kentlere gider, onların ruhunu bulmaya çalışırız.
Son olarak, roman boyunca birbirlerinden güç alan, yalnızlıklarını paylaşan dört karakter gördük. Kitabınızın sonunda da, “Cehennem acı çektiğimiz yer değil, acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir,” sözü yer alıyor. Bunun sebebi, bireyselleşmeye dikkat çekme isteğiniz olabilir mi?
İnsan ancak bir başkası aracılığıyla var olabilir. Kutsal kitaplara göre, Tanrı bile bilinmek için alemi yaratmamış mıydı? Bizim acımızı görüp bilen insan, artık bizim yarattığımız ve bizden bir parça taşıyan bir alemdir. O alemde varlığımızı sürdürürüz.
Gamze Erkmen – edebiyathaber.net (23 Haziran 2015)