İlay Bilgili, 7 Eylül’de “Kamuoyuna duyuru” başlığıyla dört sayfalık bir metin paylaştı Twitter’da. “Yeni çıkan bir ilk öykü kitabını okudum. Üç öyküde ilk öykü kitabım Talan’daki üç öyküye “şaşırtıcı” ve “çarpıcı” benzerlikler buldum” diye başlıyordu açıklaması. Devamında ise “Aynı değil ama sanki aynı” diye yorumluyordu. Danıştığı herkes öykülerin “benzer” olduğunu söylemiş. “Avukat, yazar ve bilirkişi olan baba” da aynı yorumu yapmış. Yani karşılaştırmaya edebi değerlendirme yanında hukuki bakış da eklenmiş. İlay Bilgili’nin kitabı Talan’ın yayıncısı Monokl da aynı fikirdeymiş.
Yani ortada bir intihal, günümüz Türkçesi ile aşırma olayı var. “İntihal (TDK: aşırma), bir kişinin eserinde başka kişilerin ifade, buluş veya düşüncelerini kaynak göstermeksizin kendisine aitmiş gibi kullanması. İntihal bir tür sahtekârlık ve hırsızlıktır.” Ciddi bir suç, Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında.
İlayda Bilgili “intihal” iddiasında kuşkulu olsa gerek ki bulduğu kanıtlara rağmen dava açma yoluna gitmemiş ve adını vermediği yazarın, adını vermediği yayınevine, altı öykünün karşılaştırıldığı “olabildiğince düzgün bir rapor hazırlayıp” kendi yayınevi Monokl aracılığıyla yollamış. Ama raporun yollandığı “koskoca yayınevi, editörleri ve yayın yönetmeni aksini ispat edecek tumturaklı bir rapor hazırlamak yerine üstten ve küçümseyici bir mail atmışlar.” Oysa İlay Bilgili, beklediği gibi bir cevap alsa “yanlış yorumlamışım” diye düşünüp susacakmış. Yayınevinin verdiği cevapta “Mahkemeye gidin, yazarımızın arkasındayız” yazıyormuş. Yayıneviyle yazışmalar burada bitmemiş, bir tartışma yaşanmış. “İntihal” iddiasına konu olan öyküler ödüllü olduğu için İlay Bilgili konuyu ödül seçici kurullarına bildirmeye de karar verdiğini yazmış yayınevine. Muhatap yayınevi de “bizi tehdit ediyorsunuz” diye karşılık vermiş. Bir anlamda “sizi dava ederiz” demiş.
İlay Bilgili, araştırmalarını geliştirmiş ve “ilgili kişi”nin (intihal ile suçlanıp adı verilmeyen yazar) kendi kitabı “Talan” hakkında yazı yazdığını yani derinlemesine okuduğunu, kendi öykülerinden habersiz olamayacağını düşünmüş. Aynı “ilgili kişi”nin başka iki yazarın öykü kitapları hakkında da yazılar yazdığını görmüş ve o kitapları da incelediğinde iki yazarın birer öyküsü ile “ilgili kişi”nin öyküleri arasında benzerlikler yakalamış.
Öte yandan “koskoca yayınevi” üstten ve küçümseyici mailinde İlay Bilgili’nin “Panthe Rhei” adlı öyküsünü Emre Altuğ’un bir klibinden ”takla attırdığı”nı yazıyormuş. Yani intihalle suçlarken intihalle suçlanır hale gelmiş İlay Bilgili.
İlay Bilgili suçladığı yazarın adını, iddiasına konu olan öyküleri ısrarla açıklamasa da kısa bir süre sonra bu bilgiler Twitter’da paylaşılmaya başladı. Suçlanan ya da itham edilen yazar Vildan Külahlı Tanış’tı, iddiaya kanıt olarak gösterilen öyküler de “Çizgide Bir Kukla” adlı kitapta yer alıyordu. Kitabın yayıncısı da Everest Yayınları’ydı.
Ardından Everest’in editörü Elif Yeşilkaya “intihal yok” diyen bir açıklama yaptı. İlay Bilgili de nihayet iddiasına konu olan öykülerin adlarını açıkladı; “Panta Rhei-Alo Buyurun Yalnızlar Geçidi (ilk kısım), Metamorfoz-Uzun Düz Çizgiler, Sonu-Maydonoz”.
Vildan Külahlı Tanış da editörüne katıldığını belirterek “Bir öyküye diyalogla başlanması, öykülerde flashback kullanımı, anlatıcı seçiminin” intihal olamayacağını belirtip iddiaya konu olan öykülerden birinin İlay Bilgili’nin kitabı çıkmadan aylarca önce Notos Dergisi’ne gönderildiğini ekledi. İlay Bilgili ise tartışma konusu öykünün 2018’de Altzine’de yayınlandığını belirtiyor.
Sonra da başta öykü yazarları ve editörler olmak üzere sosyal medya kullanıcılarından yorumlar gelmeye başladı. Önemli bir gelişme olarak vurgulamak gerek: Yayınevleri bu olayı yazarlar arası mesele olarak bırakmamış, müdahil olmuşlar. Yayınevinin yazarını ve eserini açıkça sahiplenip savunmasına eskiden rastlamazdık.
Gereksiz bir tartışma mı?
“Gündemi işgal etmesi gereksiz bir tartışma” olarak nitelense de zaten sosyal medyanın doğası gereği çok geçmeden unutulacak olsa da ben İlay Bilgili’nin önemli bir tartışma açtığını, en azından bir olguya dikkati çektiğini düşünüyorum.
İlay Bilgili kamuoyuna açıklamasının devamında “nerdeyse okumadığım çağdaşım yoktur, daha hiç iki farklı kitapta aynı anda, aynı bakış açısıyla, aynı anlatıcıyla, aynı dertte, aynı detaylarla aynı hikâyeyi anlatan bırakın üç, birer hikâye bile okumadım” diye yazmış.
Ben tamamen tersini düşünüyorum. Yıl içinde yayınlanan hemen tüm öykü kitaplarını okuyorum. Bu durum öykücülüğümüzle yakından ilgilenenlerin uzun yıllardır dikkatini çeken ve bence öykücülerimizin, eleştirmenlerin derinlemesine tartışması gereken bir sorun; Günümüz öykücülüğünün çıkmazı.
2000’li yıllarda öykücülüğümüz önemli bir gelişme gösterdi. Öykü romanla şiir arasında ezilmiş, görmezden gelinen bir türken hem yazanı hem okuyanı çok hale geldi. Yani olması gerektiği konuma ulaştı. Büyük yayınevleri öykü kitaplarına ilgi göstermeye başladı. Öykü çok yazılır, çok okunur oldu. Ama zamanla görüldü ki dergilerde yayınlanan her öykü dikkati çekmiyor, hakkında konuşulmuyor, yayınlanan her öykü kitabı okur bulmuyor. Çünkü öykü yazarlarımızın çoğunluğu belirli bir ortalamayı tutturuyor ve “yayınlanabilecek” öyküler yazıyorlar ama farklılaşamıyorlar. Bütün öyküler birbirine benziyor. Birlikte vasatı oluşturuyorlar.
Bu benzerlikler neler? Öncelikle öykülerde ele alınan konular çok sınırlı. Hemen herkes aynı konuları işliyor; şehirli, orta sınıf kişilerin bireysel öyküleri yazılıyor genellikle. Onların iç sıkıntıları, yabancılaşma, karşılıklı anlayışsızlık, yaşam şartlarını getirdiği zorluklar… Farklı, risk alan konulara girilmiyor. Öykü kahramanları da benzer. Mekanlar da hemen hemen aynı; büyük şehirler.
Bu görüşe itiraz konu sayısının az olduğudur. Evet, konu sayısı sınırlıdır ama onu daha da küçültmek, belli bir mekâna, belirli kişilere daraltmak iyice sınırlıyor.
Kuşkusuz farkı yazarın öykü dünyası yaratacaktır. Yazar kendine has bir öykü dünyası mı yaratıyor yoksa var olan anlatım biçimlerine mi ayak uyduruyor? Necip Tosun’dan esinle söyleyeyim ”Farklı renkler, tonlar, anlayışlar içinde” yazmaları gerekiyor.
Öyküde konu kuşkusuz çok önemlidir. Konusuz öykü yazamazsınız ama sürekli aynı konuları da anlatamazsınız. Üstelik benzer tavırlarla, sürekli birinci tekil ve üçüncü tekille, giriş-gelişme-sonuç formunda yazıyorsanız diğer öykücülerle benzeşmeniz de kaçınılmaz. Yani bir üslup sorunu daha doğrusu üslupsuzluk var. Özgün fikirler, yeni, sıradışı anlatım teknikleri, kurguda yenilik arayışları veya yaratıcı yaklaşımlar yok. Klişeler ve stereotipler var.
Günümüz öykülerini art arda okuduğunuzda “Aynı değil ama sanki aynı” diye düşünüyorsunuz. Öyküye bakışları, dünyayı yorumlayışları, yazış biçimleri ve dil anlayışları birbirine benziyor. Günümüz öykülerinde “şaşırtıcı” ve “çarpıcı” benzerlikler bulmak çok kolay, farklılıklar bulmak çok zor. Sanki tüm öyküler aynı kişilerin kaleminden çıkıyor gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Doğru bilgiler verilirse yüzlerce öykücü yerine bir yapay zekâ günümüz öykücülüğünün anlayışına uygun, belli bir vasatta öyküler yazabilir, diye düşünüyorum.
Bunları genel olarak söylüyorum. Yoksa tek tek aykırı örnekler bulmak mümkün ama onlar azdan bile az ve benim umudum bu azdan ve az öykücülerde, çoğunluğu oluşturanlar da değil. Üstelik bu çok az gerçek öykücünün genel çoğunluk içinde, vasatta kaybolup gitme riski var.
Günümüz öykücülerinden “fark yaratanlar” geleceğe kalacak. Öyküye yenilikçi bakışları, dünyayı farklı yorumlayışları, yeni yazış biçimleri ve öncü dil anlayışları olanlar kalacak.
edebiyathaber.net (13 Eylül 2023)
“Bütün öyküler birbirine benzemiyor mu? | Metin Celâl” üzerine bir yorum