Dünyanın en önemli edebiyat dergilerinden biri olan The Paris Review’da yayımlanan ünlü yazarların söyleşilerinin bazıları 2009 yılında Timaş Yayınları tarafından yayımlanmıştı. Hem bu kitabın yeni baskısı hem de yeni söyleşilerin yer aldığı ikinci kitap geçtiğimiz yıl yayımlandı. İki kitapta yer alan isimler şöyle: Ernest Hemingway, T.S. Eliot, Rebecca West, William Faulkner, Graham Greene, Truman Capote, Stephen King, Gabrial Garcia Marquez, Saul Bellow, Toni Morrison, Raymond Carver, Orhan Pamuk, Ezra Pound, Philip Roth, Haruki Murakami ve Alice Munro.
Edebiyatla az ya da çok ilgili herkesin en az bir yazarının bu liste içinde yer aldığını tahmin ediyorum. Sevdiğimiz yazara dair bilgiler edinmenin yanı sıra edebiyata, sanata ve yaşama dair de çok önemli tespitler bulabileceğimiz söyleşiler bunlar. Hatta bu söyleşilerden yapılacak genel çıkarımların aslında herhangi bir işin en iyi nasıl yapılacağı konusunda çok değerli fikirler verdiğini söyleyebilirim. İyi bir yazar olmak için disiplinli bir çalışma, süreklilik ve azim, sanılanın aksine, yetenek ve ilhamdan çok daha fazla gerekli olan şeylermiş mesela. Burada süreklilikten kastedilen öyle üç beş yıllık çalışmalar değil, otuz yıl kırk yıl, hani neredeyse bir ömür süren çalışmalar. Marquez, “Son derece disiplinli olmadıkça okunmaya değer bir kitap yazabileceğinize inanmıyorum.” diyor.
Zaten söyleşiler bilinen birçok ezberi de bozuyor. Yazmak için ilhamın gelmesini beklemek gibi, özel bir zaman, sessiz ve huzurlu bir ortam olması gerekliliği düşüncesi çürütülüyor kitapta. En iyi örneklerden biri Toni Morrison. Hayatı boyunca para kazanmak zorunda olan Morrison, yıllarca dokuz beş çalıştığı rutin işinden, bakması gereken çocuklar ve yapması gereken ev işlerinden kalan bir zamanda hiç de konforlu olmayan şartlarda ve ortamda yazarak dünyaca tanınan bir yazar oluyor.
Borges de, o yere göğe konulamayan üslup meselesinin öyle pek de önemli olmadığını, oyuna hâkim, numara yapmakta ustalaşmış pek çok yazarın istendiğinde üslubu çok güzel üstlerine giyebileceklerini iddia ediyor. Truman Capote ise “üslup insanın ta kendisidir” derken Borges’i destekliyor diyebiliriz; üslup öyle öğrenilen, planlı bir şekilde oluşturulan, şu üslup bana uyar diye üstümüze giyiverdiğimiz bir şey değil çünkü. Neysek onu gösteriyor üslup; anlatacak bir şeylerimiz varsa onu nasıl anlattığımızı, yoksa nasıl yazarcılık oynadığımızı…
Yazarlığına hayran olmakla birlikte, hayvanlara yaptıklarından dolayı Ernest Hemingway’e bir türlü yakınlık duyamadım. Elbette bu, ne kadar büyük yazar olduğu gerçeğini değiştirmiyor ve söyleşisi bu unvanı ne kadar hakkettiğini kanıtlıyor. Yazarın Odası kitaplarında yer alan yazarlar da dahil bildiğimiz birçok yazarın ilk sıraya yerleştirdiği yazarlardan biri Hemingway. Söyleşilerde bu konuma yerleştirilen diğer yazarlarsa tartışmasız Faulkner, Joyce ve Proust. Yazarın Odası’ndaki yazarların hangi yazarları, ne tür kitapları sevdiklerini okurken hepsinde ortak olan çok önemli ve aslında çok iyi bildiğimiz bir özelliğin daha altını çiziyoruz: yazarlıktan önce her biri, iyi değil çok çok iyi birer okur. Edebiyatın belli başlı yazarlarını bile henüz okumadan romanlar, öyküler, şiirler yazan yazar adaylarına, hatta kitapları yayınlanan ve “yazarım!” diyenlere bir kez daha hatırlatmış olalım.
Faulkner söyleşisi ise başlı başına bir manifesto gibi okunabilir. Söyleşide birçok satırın altını çizmeden edemedim. O da birçok usta gibi sıfatların önemsizliğini vurguluyor: “Sanatçının hiçbir önemi yoktur. Yazdığı önemlidir, çünkü söylenecek yeni hiçbir şey yoktur.” Yazmaya dair teoriyi, tekniği ve mekanik kuralları da reddediyor: “Kendinizi hatalarınızla eğitin; insanlar sadece yanlışlarından öğrenirler.” Sanatın pek çok alanı için geçerli değil mi bu söylenenler? Yazarın Odası, edebiyatla az çok ilgili herkese hitap ediyor ama sanatın her alanına olduğu kadar tutkuyla yaptığınız her işe de uyarlanabilir. Ben özellikle fotoğrafçılara da öneriyorum. Yazarların söylediği neredeyse her cümle fotoğrafçılığa doğrudan uyarlanabilir. Yazar ve fotoğrafçı adaylarına kendilerini sorgulamaları için çok iyi bir kaynak olduğunu düşünüyorum.
Söyleşi yapılan yazarların tümü, buna ikinci kitaba önsöz yazan Margaret Atwood da dahil, “yazar” sıfatını öyle çok da önemsemiyorlar, sıkıntıları zorlukları olsa da keyifli bir iş yaptıklarını söylüyor hepsi. Ve her birinin yazmak için kendilerince nedenleri var, ama bu nedenler yazarlık kriteri olamayacak kadar onların yaşamlarına özgü. Diğer yandan her birinin neden ve nasıl büyük yazar olduklarını da görüyoruz; sözcükler arasında görünen bir ateş var, bir tutku, bir nefes gibi her birinin olmazsa olmaz yaşamsal bir parçası olmuş yazmak. Yaptıkları gerçekten cesaret gerektiren bir iş çünkü içlerinden geçeni anlatabilmek için yaşamı masaya yatırıp hiç acımadan tereddüt etmeden her şekilde kesip biçmeleri gerekiyor. En iyi edebiyat eserlerine baktığımızda yazarın en derininden kopup gelen bir şeyin bizim en derinimizdeki bir şeyle buluşmasına ya da o şey her ne ise onu ortaya çıkarmasına şaşırmıyor muyuz?
Toni Morrison, yazarların (bir de fotoğrafçıların) şeytan gibi davrandıkları hissine kapıldığını söylüyor; bir yazarın başkalarının hayatlarını vakumlayarak kendi için küçük bir hayat oluşturmasının manevi ve ahlaki sonuçlarına dikkat çekiyor. Philip Roth ise şunu söylüyor: “Edebiyat bir manevi güzellik yarışması değildir. Gücü kişileştirmeyle gelen yetki ve yüreklilikten yükselir; asıl olan yarattığı inançtır.”
Yazarın Odası’nda hemen dikkatimi çeken şeylerden biri, kitaplarda toplamda sadece üç kadın yazarın bulunması oldu. The Paris Review söyleşilerinin tamamına bakılsa kadın yazarların azınlıkta olacağına da hiç şüphem yok. Rebecca West, Toni Morrison ve Alice Munro söyleşilerinde de doğal olarak “kadın yazar olma” meselesi önemli konulardan biri. Alice Munro erkek yazarların kadın ve kadın cinselliği konusunda nasıl rahatsız edici bir bakışa sahip olduklarını ifade ederken ve söyleşinin bir yerinde isyanını dile getiriyor: “Diğer yazarların nesnesi durumundayken nasıl yazar olabilirim?”
Yazarın Odası’nın herkese söyleyecek bir şeyleri ve herkesin de o odadan alabileceği çok şey var…
Şule Tüzül – edebiyathaber.net (17 Ekim 2018)